Aleviliğin Yazılmayan Tarihi    

           BÜVEYHİLER

           ON İKİ İMAMCI İLK DEVLET

‘932 ile 1062 yılları arasında İran ve Irak’ta hüküm süren Deylem asıllı bir hanedan.

Hanedan adını Sasani hükümdarı Behram-i Gûr’un soyundan olduğu iddia edilen Büveyh bin Fenna Hüsrev’den alır. Deylemiler önceleri Mecusi ve putperest bir kavim iken, X. yüzyılın başında Ali evladından Hasan el-Utruş’un gayretleri ile müslüman oldular ve Şiîliği benimsediler.’[1]

           Giriş

İmam Mehdi (a) ile Şialar arasında ki bağlantıyı sağlayan dördüncü naip Ali bin Muhammet’in miladi 940 yılında vefat etmesiyle büyük gaybet/büyük gizlilik dönemi başlamış oldu.

         Gerek On iki İmamların hayatta olduğu dönemde ve gerekse de İmam Mehdi (a) gaybete çekildiği zamanlarda, Şiîlik yayılma metodu olarak, bazı mezheplerin aksine şiddet yerine tebliği, açıklamayı ve öğretmeyi seçmişti. Çünkü biliyorlardı ki, “iman sevgidir”[2]; sevgi ise zorla dayatılmaz; kılıçla, kanla ikame edilmez.

         İşte bu mantıkla ve bu bilinçle hareket eden Ali evlatlarının ve Ali dostlarının gayretleri ve çalışmaları ile birçok kabile Müslüman oldu ve İslamiyet’in Şiîlik kolunu seçti. Bu kabilelerden bir tanesi de, Ali evlatlarından Hasan el-Utruş’un çabaları ile Müslüman olan ve Büveyhi Devleti’ni kuracak olan Deylem Kabilesi idi.

           Devletin Kuruluşu

Deylem Kabilesi’nden Büveyh bin Fenna Hüsrev’in Ebu Hasan Ali, Ebu Ali Hasan ve Ahmet adlarında üç oğlu vardı ki, bunların savaşçılık ve komutanlık yetenekleri ileri derecede idi. Bu üç kardeş ilk önce Gilanlı bir kabileye mensup olan Emir Makan bin Kaki’nin komutasında Sasaniler’in emri altına girdiler. Emir Makan sonraki zamanlarda Sasaniler’le ters düştü ve bu devlete karşı savaştı. Yine bir Gilanlı olan Merdavic, Sasaniler’in emri altında Emir Makan’a karşı savaşarak onu yendi. Bu yenilgi üzerine Emir Makan, Taberistan’ı terk etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine bu üç kardeş, Taberistan ve Cürcan’da Ziyariler Hanedanı’nı kuran Merdavic’in emri altına girdiler.

         Ebu Hasan Ali[3] Merdavic tarafından Kerec valisi olarak atanınca bunu bir fırsat bildi ve İran’ın güneyinde bir devlet kurmak için Deylem Kabilesi’nden birçok kişiyi etrafında toplamaya başladı. Güneye doğru inerek İsfahan’ı işgal etti. (932) Bu olayı haber alan Merdavic, askerlerini toparlayarak İsfahan üzerine hareket etti. Müttefiklerinin de yardımı ile Ali’yi İsfahan’dan uzaklaştırdı. Bu defa Ali, Fars’ı ele geçirdi; Abbasi valisi Yakut’u yenerek Şiraz’ı aldı. (934) Aynı sene Merdavic’le bir antlaşma imzaladı; lakin Merdavic bir yıl sonra öldü. Bu olay üzerine bir hayli rahatlayan Ali, Merdavic’in ölümü ile Ziyariler’in zayıflayacağını biliyordu. Nitekim öyle de oldu ve Ziyariler çözülme sürecine girince, Merdavic’in ordusunda yer alan birçok Türk askeri Ali’nin emri altına girdi. Bu takviyelerle ordusunu güçlendiren Ali, Hazar Denizi’ne kadar olan toprakların büyük kısmını ele geçirdi.

         Büveyhi kardeşlerden Ali bu faaliyetlere girişirken, ortancaları Hasan[4], bütün Cibal bölgesine sahip olmuş, en küçükleri Ahmet ise Kirman ve Huzistan’ı almıştı.

           Bağdat Alınıyor

Huzistan’a hâkim olan Büveyhiler, kısa bir süre sonra Irak ile daha yakından ilgilenmeye başladılar. Nitekim alınan bir davet üzerine harekete geçen Ahmet, zaten iç karışıklıklar içinde boğulan Bağdat’ı ele geçirdi. Böylece Abbasi halifeleri resmen ve fiilen Büveyhilerin kontrolü altına girdi. (945) Abbasi halifesi Müstekfi-billah Ahmet’i ‘Müminlerin Emiri’ ilan etti; Ali’ye İmaddüddevle, Hasan’a Rüknuddevle ve Ahmet’e ise Muizzuddevle lakaplarını verdi. Kısa bir süre sonra Ahmet, Müstekfi-billah’ı halifelikten azlederek, yerine Muti-lillah’ı atadı. Artık Abbasi halifeleri, Büveyhilerin elinde bir oyuncaktı.

           Büyüme

Ali, Hasan ve Ahmet zamanında Büveyhiler dört ayrı bölgede hüküm sürdüler. Bunlardan birincisi Ali’nin kontrolünde olan, Fars ve Huzistan Bölgesi; ikincisi Hasan’ın kontrolünde olan Cibal Bölgesi; üçüncüsü ve dördüncüsü ise, Ahmet’in kontrolünde olan Kirman ve Irak bölgeleri idi. Bu üç kardeş zamanında devlet içi entrikalar hiç yaşanmadı; iç çatışmalar, anlaşmazlıklar olmadı. Çünkü her zaman en büyük Ali’nin otoritesi saygı ile karşılanırdı. 949 yılında Ali, 967 yılında Hasan ve 976 yılında ise Ahmet vefat etti. Bunun ardından hanedanın başına Hasan’ın oğlu Adududdevle geçti. Bu hükümdar zamanında Büveyhi ülkesinin, en geniş sınırları çizildi; Büveyhi devleti kuvvet ve kudretinin doruk noktasına ulaştı.

           Çöküş

983 senesinde Adududdevle ölünce onun üç oğlu arasında taht kavgaları başladı. Bu taht kavgaları 1044 yılına kadar, Ebu Kaliçar’ın Büveyhi ülkesine hâkim olmasına kadar sürdü.[5] Bu arada Gazneli Mahmut, Sünnî Abbasi halifeliğini Şiî denetiminden kurtarmak amacıyla Büveyhiler üzerine saldırdı. Gazneli Mahmut’un oğlu Mesut Bey komutasında ki ordu Rey şehrine girdi; kentteki tüm Şiîleri katliam ederek, şehirdeki bütün kütüphaneleri yaktı. (1027) Gazneli Mahmut öldükten sonra Gazneli Devleti’ni ortadan kaldıran Selçuklular, bu defa Büveyhilerin üzerine yürüdü. Çünkü Selçuklular 1040 Dandanakan Savaşı’ndan sonra topladıkları kurultayda ele geçirilen ve geçirilmesi planlanan toprakları hanedan üyeleri arasında paylaştırmışlar, Kirman ve civarı da Çağrı Bey’in oğlu Kavurd’a düşmüştü. Nihayet Kavurd, Kirman üzerine yürüyerek Kirman’ı ele geçirdi. (1048)

         Kirman’ın ardından sıra Bağdat’a gelmişti. Çünkü dönemin Abbasi halifesi Tuğrul Bey’e bir mektup yazmış, kendisinin zor durumda olduğunu söyleyerek yardım istemiş ve Tuğrul Bey’i Bağdat’ı almaya teşvik etmişti. Bu davete icabet eden Tuğrul Bey, Bağdat’ı ele geçirerek Büveyhilere ağır bir darbe vurdu. (1055) 1062 yılında ise, Büveyhiler kesin olarak dağıldı.[6]

           Büveyhilerin Siyaseti

Mezhep olarak On iki imam Şiîliğine mensup olan Büveyhiler, 945 ile 1055 yılları arasında Sünnî Abbasi halifelerini adeta bir kukla gibi kullandılar, ama bu kurumu ortadan kaldıramadılar. Hem çıkabilecek iç karışıklıklar ve büyük tepkiler yüzünden böyle bir şey yapmaya imkân yoktu ve hem de Abbasi halifeleri Büveyhileri meşru halife ilan ettiklerinden Sünnîler üzerinde de nüfuz etme imkânları vardı.

         Büveyhiler hâkimiyetleri boyunca, Sünnîlere karşı bir baskı politikasına girişmedi; onlara haklarını verdi ve mezheplerinin içtihatlarına uyma noktasında onları serbest bıraktı. Büveyhilerin mücadelesi genelde On iki İmam çizgisinden kopan Zeydilere ve İsmaililere karşı oldu. On iki İmamcı Şia ise tam bir özgürlük ortamında yaşıyordu. Dar-ül İlm adı verilen okullarda Ehl-i Beyt öğretileri yayılıyordu.

         Bütün bu olumlu yönlerine rağmen, Büveyhiler de hanedan olmanın bütün zaaflarını taşıdılar. Özellikle 983 senesinden sonra başlayan taht kavgaları ve iç çekişmeler, ne yazık ki, Büveyhilerin bu olumlu taraflarına gölge düşürmüştür.

           Büveyhilerin Mirası

İmam Mehdi (a)ın son naibinin 940 yılında vefat etmesi ile birlikte, On İki İmam Şiasında bilimsel açıdan bir hareketlilik başladı. Büveyhi hâkimiyeti ise bu hareketliliği sonuna kadar kolaylaştırdı. Çünkü Büveyhiler On iki İmam Şiasından olan âlimleri destekliyor ve çalışmalarında her türlü imkânı seferber ediyorlardı.

        

Büveyhiler zamanında 940 yılında vefat eden ve Şianın en büyük âlimleri arasında gösterilen Muhammet bin Yakup Kuleynî, yirmi yılda tamamladığı ‘el-Kâfi’ adlı eseri bu dönemde telif etti.[7] Bu eserle On iki İmamcı Şianın, Zeydilik, İsmaililik, Sünnîlik, Mutezile gibi mezheplerle farklılıkları kesin olarak ortaya konuldu.

         991 senesinde vefat eden Muhammet bin Babaveyh, ‘Men La Yahzuruhul Fakih’ adlı hadis kitabını telif etti ki, bu eser Şianın sahih bildiği dört hadis kitabından biridir.

Yine Şianın sahih bildiği iki hadis kitabının müellifi olan Ebu Cafer Tusi, yine bu dönemde ‘el-İstibsar’ ve ‘Tehzib-ül Ahkam’ adlı eserleri telif etmiştir.

Yine bu dönemde yaşamış olan Şiî müellifler şunlardır: ‘El-İrşad’ ve ‘Evail-ül Makalat’ adlı kitapların yazarı Şeyh Müfid (1023), Nehc’ul Belağa’yı derleyen Şerif Razi ve ‘Emali’ ve ‘es-Safi’ adlı eserlerin müellifi Şerif Murteza.[8] 

           BABAİ DEVRİM HAREKETİ VE

           BABAİLER

İbn-i Bibi, Baba İshak hakkında şöyle der:

‘Baba İshak züht, takva ve vera sahibi bir kişi; yüksek ikna ve irşat kabiliyeti olan bir mürşit; üstün ahlaki meziyetleri bulunan bir halk adamı; halk arasında geçerli nefesi ile ün salan ve fakat ücret, hediye gibi hiçbir maddi çıkarı kabul etmeyen ermiş bir sofi idi. Çobanlığı kendisine meslek edinmiş olup, otlattığı koyunlara dahi son derece şefkatli davranıp, hak ve hukuka son derece riayet ederdi.’[9]

           Selçuklular

Selçuk ailesi Oğuzların Kınık boyundan bir aile idi. Babası öldüğünde 17 yâda 18 yaşında bir genç olan Selçuk, babasının yerini alarak, kısa bir süre zarfında bütün aileyi bir araya topladı. Tarihte ki, bütün büyük Türk göçlerinde olduğu gibi, ‘yerlerin darlığı ve otlakların azlığı’[10] gibi nedenlerle Selçuklu ailesi, Orta Asya’dan Maveraunnehir’e ve Horasan’a doğru göç etti. Siri- Derya’nın sol kenarında bulunan Cend şehrine gelen Selçuk, 960’ı takip eden yıllarda kabilesi ile Müslüman oldu: İslamiyet’in Sünnî yorumunu seçti. Bundan sonra büyük çaplı işgal hareketlerine başladılar. Selçuk’un büyük oğlu Mikail’den olan Tuğrul ve Çağrı Beyler zamanında hızlı bir ivme kazanan bu yayılma politikası sayesinde İslam topraklarının büyük kısmını elde ettiler. Tuğrul ve Çağrı beylerden sonra kısa süreli taht kavgaları başladıysa da Alparslan kısa sürede duruma hâkim oldu. Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’nun kapılarını Türklere açtı. (1071) Kısa sürede Anadolu’nun büyük kısmı Türklerin eline geçti. Sultan Melikşah’tan sonra Büyük Selçuklu Devleti dört parçaya bölündü. Bunlar:

İran ve Horasan Selçukluları

Kirman Selçukluları

Suriye Selçukluları

Anadolu Selçukluları’dır.

           Anadolu Selçukluları

Anadolu Selçukluları 1092 ile 1308 arasında Anadolu’da hüküm süren Selçuklu hanedanıdır. Büyük Selçuklu Devleti’nin bir kolu olarak Anadolu’ya yerleşti ve Büyük Selçuklu Devleti’nin parçalanmasından sonra müstakil bir devlet haline geldi. II. Keyhüsrev zamanına kadar bozularak gelen Anadolu Selçukluları, mezkûr sultandan sonra daha da kötü duruma düştü. Çünkü II. Keyhüsrev zamanında av partileri, içki meclisleri ve fuhuş almış başını gitmişti. Devlet işleri ile hiç ilgilenmeyen bu sultan, bütün yetkilerini veziri Saadettin Köpek’e devretmiş ve bunu fırsat bilen Sadettin Köpek de ülkeyi kendi keyfine ve çıkarlarına göre yönetmeye başlamıştı. Devlet yetkilileri rüşvete alışmış, halka ağır vergiler yüklenmişti.[11]      

         Halkın elinde ‘mülk’ sayılan toprağı yoktu; toprağın büyük kısmı devletin önde gelenleri arasında paylaştırılmıştı. Zaten bir müddet sonra da bu topraklar ‘vakıf’ adı altında bu ileri gelenlere peşkeş çekildi. Artık halk bu büyük toprak sahiplerinin işinde gündelikçi olarak çalışmaya başladı. Selçuklu veziri Fahrettin Ali’nin 200 tane kölesi vardı.

         Yönetici sınıf kültürel açıdan halka yabancılaş-mıştı. Örnek olarak; halk Türkçe konuşuyorken, resmi dil Farsçaydı. Bütün bunlarla birlikte yönetici sınıf Sünnî iken, halkın geneli Şiî idi…

           Baba İlyas

Moğol İstilası sırasında Horasan’dan Anadolu’ya gelen Baba İlyas Horasanî, Seyyid Ebu’l Vefa’nın[12] halifesi olan Dede Garkın’ın[13] halifesidir.[14] Seyyid Ebu’l Vefa’ya gelince Sihabuddin Ahmet Vasıti’nin Menakıbnamesine göre O, yaşadığı zaman diliminde bir hayli tanınmış; halk tarafından sevilmiş; Ehl-i Sünneti eleştirmiş; Allah’a, Resulüne, Ehl-i Beyt’e bağlanmış,[15] On iki İmamcı bir Şiî’dir. Yine Menakıbnamede Tacülarifin Seyyid Ebu’l Vefa kendi yandaşlarına On iki İmamların İslam’a yapmış oldukları hizmetleri anlatır; Ehl-i Beyt’in faziletlerini aktarır; On iki İmamlara yapılan haksızlıkları eleştirir.[16] Hatta Seyyid Ebu’l Vefa, Hanefi, Maliki, Şafi ve Hanbelî âlimlerinden oluşan kırk kişilik bir gurupla ilmi tartışmalar girer ve hepsini ilmiyle susturur.[17] İşte Baba İlyas’ın halifesi olduğu Ebu’l Vefa böyle birisidir.

         Baba İlyas Anadolu’ya geldikten sonra Amasya yakınlarında –bugün İlyas Köyü olarak bilinen- Çat Köyü’ne yerleşir. Burada bir zaviye açarak Şiî halkı kendi etrafında örgütler.

           Baba İshak

Baba İshak Kefersudî adıyla maruf bu şeyh, aslen Urfa’nın Sumeysa ilçesine bağlı Kefersud nahiyesinden-dir. Baba İshak’ın eğitim ve kişiliğine yön veren ilk âlim bilindiği kadarıyla Muyhuddin Muhammed bin Ahmet Temimi’dir. Muyhuttin Temimi Şiraz’da ikamet ederken Baba İshak Şiraz’a gider; dini ve felsefi konularda bu şeyhten ders alır. Eğitimini tamamladıktan sonra Kefersud’a dönen Baba İshak, Muyhuttin Temimi’nin Sivas kadılığına tayin edildiğini duyunca Sivas’a doğru hareket eder. Filozof, âlim ve iyi bir hatip olan Muhammed Temimi, Şiî mezhebine mensuptur.[18]

         Baba İshak hocası Muyhuttin Temimi’nin vefat etmesi üzerine Amasya’ya yönelir ve burada bir başka Şiî şeyhine Baba İlyas Horasani’ye[19] mürit olur. Kısa bir süre sonra da şeyhinin yakın arkadaşları arasına girer.

           Uyarı

Baba İlyas çalışmalarına devam ettiği bir sırada Sultan ll. Keyhüsrev’in İslami olmayan tutum ve davranışlarına, halkın gördüğü zulme ve zorbalığa bir son vermesi için Baba İshak’ı Konya’ya gönderir.[20] Baba İshak, Konya’ya ulaşır ve Sultanı mezkûr konularda uyarır. Ama bu uyarılar dikkate alınmaz.[21]

           Propaganda

Bir müddet beklenir, fakat saraydan bir değişiklik ve düzelme belirmez. Yapılan uyarıların dikkate alınmadığını anlayan Baba İlyas, en yakın müridi Baba İshak’ı da alarak Anadolu Selçuklu Devleti’ni yıkmaya yönelik bir eylem ve savaş planı hazırlar.[22] Bu plan uyarınca savaş iki merkezden başlayacaktı. Birinci bölge, Baba İlyas’ın zaviyesinin de bulunduğu Amasya ile birlikte Tokat, Çorum, Sivas, Bozok-Yozgat yöreleri; ikinci bölge ise, Kefersud merkez olmak üzere Adıyaman, Maraş, Malatya ve Elbistan yöreleri olacaktı.

         Plan bu şekilde hazırlandıktan sonra sıra propagandaya gelir. Halk arasında davet yapılarak, insanlar savaşa çağrılır. Çünkü Baba İlyas ve müritlerine göre, ‘Sefih sultan Allah’ın, Peygamberin ve halifelerin[23] yolundan sapmış’tır.[24] Diğer taraftan sistemin yanlış işleyişi, doğurduğu sosyo-ekonomik adaletsizlik eleştirilir, halk kazanılmaya çalışılır. Tıpkı Hz. Muhammet ve Hz. Ali zamanlarında olduğu gibi, bir ‘Adalet Devleti’ vaat edilir. Öyle ki Hz. Ali’nin uygulamaları örnek alınarak,[25] ayaklanmanın zaferle sonuçlanması halinde ele geçirilecek ganimetten eşit olarak üleştirileceği duyurulur.[26]

           Ve Hareket

Propaganda tamamlanıp, halk savaşa çağrıldıktan sonra Baba İlyas’ın direktifi ve yapılan plan gereği[27] sonbahar mevsiminde Baba İshak ‘Selçuklu hükümetinin mezaliminden, emirlerinden, şeriata aykırı davranışlarından şikâyetle ve şer’i şerifi yeniden icra etmek amacıyla kıyam ettiğini’ ilan ederek[28] Babai Devrim Hareketi’ni Adıyaman’dan başlatır. Kadınlı, erkekli ve çocuklu bütün halk kazmaları ve kürekleri ile Baba İshak’a katılır. Daha önceden davar ve sığırlarını satarak silah ve at satın alan Türkmenler de Baba İshak’a uyar. Şiî halk kısa sürede Maraş, Kâhta ve Kefersud’u alır. ll. Keyhüsrev olaydan haberdar olunca Malatya valisi Muzaferrüddin Ali Şir’i ayaklanmayı bastırmakla görevlendirir. Baba İshak’ın manevi nüfuzundan korkan Ali Şir’in askerleri savaşmaya çekinir. Bunun üzerine Ali Şir acil olarak Germiyanoğullarından ve Sünnî Kürtlerden bir ordu toplayarak Baba İshak’ın üzerine yürür. Yapılan savaşı Baba İshak kazanır ve Ali Şir öldürülür. Sivas’a doğru harekete geçilir ve Sivas alınır. İleri gelenler öldürülür. Babaî güçlerinin bu başarıları karşısında hayrete kapılan ll. Keyhüsrev, ailesini ve değerli eşyalarını alarak Konya’dan kaçar. Amasya valisi Armağan Şah ll.Keyhüsrev tarafından serdar tayin edilir ve Babaileri bastırmakla görevlendirilir. Erzurum’da ki birlikler bölgeye tesviye edilir.

         Bu arada ayaklanmasına fırsat verilmeden Baba İlyas’ın zaviyesi basılır. Buradan güç bela kurtulan Baba İlyas, bir grup yandaşı ile Amasya Kalesi’ne sığınır. Ama Armağan Şah Baba İlyas’ı yakalar ve işkence ederek şehit eder. Ardından cesedini Amasya Kalesi’ne asar. Bu olaydan kısa bir süre sonra da Baba İshak güçleri ile Amasya’ya ulaşır. Amasya fethedilir ve Armağan Şah öldürülür. Baba İlyas’ın kanı alınmıştır.

         Şiî Babaî güçleri nihai hedeflerine doğru harekete geçerler. Hedef Konya’dır. Çünkü Babaî Devrim Hareketi, Anadolu Selçuklu Devleti’ni yıkmak ve yerine bir Adalet Devleti kurmak için başlatılmıştır. Anadolu Selçuklu ordularını irili ufaklı on iki kez yenen Babaî güçleri Konya’ya doğru ilerlerken Kırşehir’in kuzeydoğusunda yer alan Malya Ovası’nda Emir Necmeddin komutasında güçlü bir ordu ile karşılaşır. Ordu Müslüman olmayan Frenk ve Gürcü askerlerinden oluşmaktadır. Çok şiddetli bir çatışmanın ardından kâfir ordusu Şiî Babaî güçlerini mağlup eder; çocuklara kadar herkes kılıçtan geçirilir. Baba İshak da bu savaşta şehit düşer. Bu savaşta Baba İshak’ın birkaç halifesi ancak kurtulur ve başka diyarlara göç ederler.

           Değerlendirme

Babaî Devrim Hareketi, en büyük önemini Anadolu topraklarında meydana gelen en büyük ve en geniş kapsamlı devrim hareketi olmasından alır. Babaî Devrim Hareketi, doğrudan Anadolu Selçuklu Devleti’ni yıkmaya yöneliktir ve İslami bir Adalet Devleti kurmayı esas alır. Babaîlerin bütün referansları Şiîlikten kaynaklanır ve hareket bu temeller üzerinde olgunlaşır.

         Ne yazık ki, Emevi ve Abbasi geleneği olan ve daha sonra da Osmanlılara intikal edecek karalama ve iftira siyasetinden Babaîler de payını almıştır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin resmi tarih yazıcıları Baba İlyas’ı Mehdiliğini ve hatta Peygamberliğini ilan etmekle itham etmiş, bazıları Rum ajanlığı ile suçlamış, bazıları Batıni inançları benimsediğini söylemiş ve daha bunlar gibi onlarca iftira atılmıştır. Yine bu yazıcılara göre Baba İshak öldüğünde müritleri Onun ölmediğine göğe yükseldiğine inanmışlar.

         Hâlbuki biz, biliyoruz ki, Babaîlerin söyledikleri ve yaptıkları bunları yadsır. Onların icraatları bize öğretmiştir ki, gerçekler ters-yüz edilmiştir. Birinci olarak Rum ajanlığı, olsa olsa ll. Keyhüsrev’in işi olabilir. Çünkü Frenk ve Gürcü ordularının yanında savaşan Babaîler değil, Anadolu Selçuklularıdır. İkinci olarak ölmemek göğe yükselmek iddiası Sünnîliğin kadim bir geleneğidir. Çünkü Peygamber Efendimiz vefat ettiğinde O hazretin ölmediğini, göğe yükseldiğini iddia eden Babaî güçleri değil, ikinci halife Ömer bin Hattap’tır. Diğer taraftan Batıni inançlar benimsemek, yani Kur’an’ın batıni anlamını yani felsefesini ve özünü bilip, kavramanın ne sakıncası olabilir ki? Diğer iddialar cevap verilmeye bile değmez.

         İşi trajikomik bir hale sokan bir diğer durum ise şudur. Anadolu Selçuklu Devleti’nin resmi tarih yazıcıları, bir kısmı zinakâr, sarhoş, alkolik, ehli keyf, âlemci ve sapık olan sultanlarını ‘Müminlerin emiri, Sultan hazretleri’ diye yüceltmiş ve onlara methiyeler düzmüşlerdir. Ancak amaçlarını şer’i şerifi yeniden icra etmek ve adaleti tesis etmek olarak açıklayan Babaîleri, Şiî oldukları için ‘mülhit, şarlatan, yalancı, Rafızî’ gibi sözlerle karalamaya çalışmışlardır. Acaba bu gerçekleri ters-yüz etmekten başka bir şey midir?

         Günümüz için ise, bizi üzen ve yüreğimizi burkan şey, hala bu karalamalara bazılarının itibar etmesi, bilerek veya bilmeyerek bu ayaktakımının oluşturduğu koroya uymalarıdır. Umut edilir ki, herkesin hakkı teslim edilir ve Babaîlerin uğrunda canlarını dahi feda ettikleri adalet, gecikmiş olsa bile günümüzde tecelli eder. Allah hepsinden razı olsun.

           KILIÇ, TESPİH VE KİTAP

           HACI BEKTAŞ-I VELİ

“Selçuklu sultanı ile kefere firenkler arasındaki işbirliği sonucu isyan bastırılmış ve binlerce Babaî katledildiği halde, Babaîlik hareketinin devamının sağlanması görevi Baba İlyas oğulları üstlenmişlerdir. Halk arasında ‘çar erkan’[29] olarak bilinen bu şahsiyetler, Eyyüb Baba, Behlül Baba, Saltık Baba ve Lokman Baba’dır. (...) Baba İshak’ın halifesi olan Hacı Bektaş-ı Veli, Lokman Baba’ya bağlı idi.”[30]

“İsyan esnasında Hacı Bektaş kurtulmuşsa da, Hacı Bektaş’ın kardeşi Menteş öldürülmüştür.”[31]

           Gizlenme

Hacı Bektaş-ı Veli, Babai Devrim hareketinin yenilgiye uğramasının ardından katledilmekten kurtulan diğer Babai halifeleri gibi, kısa süren bir gizleniş dönemine girdi. O dönemde, Baba İlyas’ın halifeleri arasında yer alan Sarı Saltık, Barak Baba, Şeyh Bali ve Emircan Sultan gibi dervişlerde hareketin bastırılmasından sonra, gizlenmeyi tercih ettiler.[32] Yeni bitmiş bir ayaklanmanın ardından ortalık bir anlamda durulmuş, tedbirler artmış ve hayatta kalan Babai eylemcileri amansız biçimde takip edilir olmuştu. Bu dervişlerin ortaya çıkması, yeni örgütlenmeler oluşturması ancak uygun ortamların oluşması ile mümkündü.

         Madalyonun diğer yüzünde ise, Babaileri yendiğini sanarak rahat bir nefes alan; zaferinin (!) ardından şenlikler, eğlenceler düzenleyen; yararlılığı görülenlere ihsanda bulunan mutlu bir sultan vardı: ll. Gıyasettin Keyhüsrev... Ama o, bu mutluluğun kısa süreceğinin farkında bile değildi.

           Ortam Oluşuyor

ll. Gıyasettin Keyhüsrev’in bu mutluluğu uzun sürmedi ve çark yeniden Şiî olan Babailerden yana dönmeye başladı. Çünkü Babai Devrim Hareketi’nden önce Sivas’a kadar dayanan Moğol orduları Köse Dağı’nda Selçukluları yenmiş ve Anadolu Moğol hâkimiyetine girmişti. Bu durum Baba İlyas’ın halifelerine yaramış, tekrar ortaya çıkarak eski davalarını devam ettirmişlerdi.

           Hazret-i Pir Sulucakarahöyük’te

Hacı Bektaş-ı Veli’nin diğer halifeler gibi, bu gizleniş döneminde neler yaptığı bilinmez; elde yeterli bilgiler yoktur. Ancak Hazret-i Pir’in, Hz. Ali’nin kabrinin bulunduğu Necef şehrine, Mekke ve Medine’ye gittiği yönündeki bilgiler bu zaman dilimine rastlamış olmalıdır. Eldeki bilgilere göre, Hacı Bektaş-ı Veli, Necef’te Hz. Ali’nin kabrini ziyaret etmiş; Mekke’de hacc farizasını yerine getirerek ‘Hacı’ olmuş ve nihayet Medine şehrine uğrayarak Bakiy kabristanını ziyaret etmiş ve Anadolu’ya doğru yola koyulmuştur.

         Hünkâr, Anadolu’da bugün kendi adıyla anılan ‘Sulucakarahöyük’ kasabasına yerleşmiş, burada bir tekke/dergâh kurarak eğitim ve irşat faaliyetlerine yeniden başlamıştır.

           Eğitim

Zaviyesini faaliyete geçirdikten sonra eğitim ve irşat faaliyetlerine hız veren Hazret-i Pir, yeni müritler kazanmakla kalmadı, aynı zamanda Babai halifelerini de kendi etrafında topladı.[33] Hacı Bektaş-ı Veli hayatının otuzbir yıllık bu bölümünde ne yaptı, tam olarak bilinmez; çünkü elde yazılı kaynak yok. Bir kısım halk arasında söylene-söylene günümüze ulaşmış rivayetler varsa da, bunların güven derecesini tespit etmek zordur. Ancak kesin olan bir şey varsa, o da Hünkâr’ın eğitim ve irşat faaliyetlerine devam ettiği, Anadolu’da Şiîliği kökleştirmek için var gücü ile çalıştığıdır.

         Yaygın kanıya göre, Hacı Bektaş-ı Veli vefat ederken ardında 360 tane halife bıraktı. Bunlardan bazıları

Seyyid Ali Sultan,

Seyyid Cemalettin Sultan,

Saru İsmail Sultan,

Koluaçık Hacım Sultan,

Resul Baba Sultan,

Pirab Sultan,

Seyyid Recep Sultan,

Sarı Kadı,

Ali Baba,

Barak Baba,

Dost Hüda,

Samut Baba,

Abdal Musa Sultan,

Tabduk Emre,

Sarı Saltık,

Abdal Murat,

Geyikli Baba,

Gözü Kızıl,

Pir Ebi Sultan,

Güvenç Abdal,

Baba Mansur,

Karadonlu Can Baba,

Karacaahmet Sultan gibi isimlerdir.

         Bu halifelerin birçoğu, Hacı Bektaş-ı Veli tarafından Anadolu ve çevresinin değişik yerlerine gönderilmiş ve bu yerlerde eğitim ve irşat stratejisini en etkili biçimde kullanmışlardır. Bu şekilde, dağılan Şiî toplulukları birleştirmede ve yeni insanları Ehl-i Beyt Mektebi’ne kazandırmada etkili rol oynamışlardır.

           İki Dev

Hacı Bektaş-ı Veli, Anadolu topraklarında Şiîliği yaymak ve kökleştirmek; gelecek nesillere sağlıklı biçimde aktarmak için kültürel bir hareketliliğin başlaması gerektiğini çok iyi biliyordu. Nihayet bugün dahi, alabildiğine faydalandığımız bu kültürel yapının temelleri daha o zamanlarda atıldı.

         Bugün Alevî edebiyatı olarak adlandırdığımız edebiyatın kurucuları o dönemde yetişen iki büyük üstattır.

        

Bunlardan birincisi, Hazret-i Pir’in halifelerinden Tabduk Emre’nin müridi Yunus Emre, ikincisi ise yine Hacı Bektaş-ı Veli’nin halifelerinden Abdal Musa Sultan’ın müridi Kaygusuz Abdal’dır.

Her iki şairinde bugün dahi zevkle okuduğumuz klasikleşen yapıtları vardır. Yunus Emre’de ve Kaygusuz Abdal’da da en önemli etken, eserlerinin mayası irfandır. [34]

           Değerlendirme

Babai Devrim Hareketi’nin bastırılması ile başlayan dönemden itibaren Hacı Bektaş-ı Veli‘nin hayatını kısa bir şekilde incelemeye çalıştığımız bu makalenin ortaya çıkardığı temel sonuç, Hacı Bektaş-ı Veli’nin üstatları gibi Şiî bir şeyh olduğu, Anadolu’da Şiîliği kökleştirmek ve örgütlemek için mücadele ettiğidir. O kendi müritlerine kılıcı, tespihi ve kitabı öğretmiştir. Yani savaşı, ibadeti ve bilgiyi...

         Her ne kadar bazı çevreler O hazreti bir Şaman gibi göstermeye, Ahmet Yesevi bağlantısı ile Sünnîliğe çekmeye çalışsalar da bu temelden kasıtlı ve yanlıştır. Çünkü Hacı Bektaş-ı Veli’nin yaşadığı döneme yakın ilk kaynaklar Hacı Bektaş-ı Veli’yi Babailere bağlı Şiî bir derviş olarak tanıtır. Onun hakkındaki Ahmet Yesevi bağlantısı iddiasının ortaya çıkması, daha geç zamanlara, tekkenin yozlaşması ile başlayan dönemlere rastlar.[35]

           DOĞUDAN YÜKSELEN ÇIĞLIK:

           SAFEVİ DEVLETİ

“Erdebil’de bazı kabiliyetli müritler iaşe ve infak işleri ile de vazifelendirilmişlerdir. Mesela Şeyh Sâfi zamanında İsfahanlı Cemalettin adında bir seyyid fakirlere yiyecek hazırlamağa memur edilmişti. (...) Safevîler hükümete geçtikten sonra da fakirlere yiyecek verilmesi Erdebil tekkesinin esas vazifesini teşkil etmiştir.

         Tarikat mensuplarının sert yaşayışlarının Doğu kaynakları da tasdik etmektedir. Gün alaca karanlıktan ortalık ağarmasına kadar süren bir sukutla başlardı. Ardından bir saat ibadet ve zikir edilirdi; zikir akşamda tekrar okunurdu. İkindi vakti Kur’an okunurdu. Yemek sade, ekseriya bulgur çorbasından ibaretti. Pekçok oruç tutulurdu. Ramazan ayının son on günü ile Zilhiccenin ilk on günü inzivada geçilirdi. (...) Bu inzivada (...) oruç, namaz ve ibadetle vakit geçirilirdi.”[36]

           İlk Zamanlar

Safevîler adını ataları Şeyh Sâfiyüddin İshâk-ı Erdebilî’den alır. 1252 yılında doğan Ebul Feth Şeyh Sâfiyüddin İshâk-ı Erdebilî’nin soyu on iki imamların yedincisi olan İmam Mûsa Kazım (a)’a dayanır.[37] Şeyh Sâfi’nin[38] babası Firuz Şah Sincar’dan Erbil’e göç etmiş ve bundan dolayı, Şeyh Sâfi, Erdebilî sonadını almıştır.[39] Erdebil’de Şeyh Zâhid-i Geylânî’ye intisâb eden Şeyh Sâfi, üstadının kızı ile evlenmiş ve üstadının vefatından sonra da posta oturmuştur.

         Birçok araştırmacı Şeyh Sâfi’nin Şafii mezhebinden olduğunu söylese de,[40] Abdulbaki GÖLPINARLI kimi kaynaklara dayanarak yaptığı araştırmalarda Şeyh Sâfi’nin Şiî olma ihtimalini gündeme getirir. Ona göre, Şeyh Sâfi takiyye yaparak Şiî olduğunu saklamış olabilir.[41]

         Kendi yaşadığı dönemde namı yayılan Şeyh Sâfi’yi İran’da hüküm süren ve Şiî mezhebine mensup olan Moğol hanı Olcaytu sarayına çağırtmış, fakat Şeyh Sâfi yaşlılığını ileri sürerek özür beyan etmiş ve bu davete icabet etmemiştir.[42]

         Şeyh Sâfi vefat edince (1334) yerine oğlu Sadrettin Mûsa posta oturmuş, 1308 yılında hacca giden Sadrettin Mûsa, oradan Medine’ye uğramış ve o zaman seyyidlerin ulusu olan Sihabittin Ahmet bin Hüseyin’e İmam Mûsa Kazım’a (a) ulaşan soy zincirini tasdik ettirmiştir. Sadrettin’in de tıpkı babası gibi namı yayılmıştır. O kadar ki, üç ay içersinde on üç bin müridinin ziyaretine geldiği rivayet edilmiştir.[43] Sadrettin Mûsa zamanından itibaren Osmanlı padişahları her yıl, Erdebil’e çerağ akçesi adı altında kıymetli hediyeler göndermeye başlamışlardı.[44]

         Sadrettin vefat ettikten sonra (1392) oğlu Hoca Ali tarikatın başına geçmiş, bu görevi 37 yıl sürdürmüştür. Timur ile görüşen Hoca Ali, Şam’daki Yezidileri kırdırtmış, köyleri ve arazileri vakıf olarak Safevîlere bağışlatmış, Timur’un Anadolu’dan getirttiği 30 bin kadar esiri müritleri arasına katmıştır.[45] Hoca Ali hacdan dönüşte uğradığı Kudüs’te vefat etmiştir.[46]

         Babasının Kudüs’te vefat etmesi üzerine Erdebil’e dönen Şeyh İbrahim, tarikatın başına geçmiştir.

           Şeyh Cüneyt : Dinmeyen Fırtına

Şeyh İbrahim’in vefatının ardından, Şeyh Cüneyt ile Şeyh Cafer arasında tarikat reisliği konusunda anlaşmazlık çıkmıştı. Şeyh Cüneyt’in siyasi eğilimlerinden haberdar olan ve Onun tarikat reisi olmasını istemeyen Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah, Şeyh Cüneyt’e karşı silah kullanmaktan da kaçınıyordu. Cıhan Şah, Şeyh Cafer’e bir mektup yazarak, Şeyh Cüneyt’i memleketten uzaklaştırmasını istedi.[47]

         Bu gelişmeyi haber alan Şeyh Cüneyt, yanına en sadık müritlerini alarak Anadolu’ya doğru yola koyuldu. Şeyh Cüneyt, Osmanlı toprağına girer-girmez, Osmanlı Sultanı II. Murad’a bir Kur’an, bir seccade ve bir de tesbih gönderdi; Sultan’dan Kurtbeli’de oturma izni istedi. II. Murad, bunu veziri Halil Paşa’ya danışınca, Halil Paşa, “Bir posta yedi derviş sığar, lakin dünya kıtasına iki hükümdar sığmaz” dedi.[48] II. Murad da vezirinin bu sözüne uyarak Şeyh Cüneyt’e çeşitli hediyeler göndererek bu talebi reddetti.

         Osmanlı topraklarında tutunamayan Şeyh Cüneyt, Karaman Beyliğine gitti ve Konya’da bir medresede misafir edildi. Ne var ki, burada da girdiği bir mezhep tartışmasından dolayı fazla tutunamadı. Tartışmanın ertesi sabahı Konya’dan ayrılarak Varsak Türklerinin bulunduğu, Toros Dağlarına doğru yola koyuldu. Ancak Karaman Beyi İbrahim, Varsak aşireti reisine, Şeyh Cüneyt’in yakalanıp hapsedilmesini emredince Şeyh Cüneyt çareyi Memluk Sultanı Çakmak’a sığınmakta buldu. Bu tehlikeyi de atlatan Şeyh Cüneyt, İskenderun Körfezindeki dağlarda Haçlılardan kalma yıkık bir kaleyi oraların hâkimi İbn-i Bilal’den kiralayarak onarımdan geçirdi. Etkili bir propaganda ile Anadolu, Suriye ve Irak’tan birçok Şiîyi kendi etrafında topladı. Bu durumu çekemeyen Halep’teki Mevlevi şeyhi Ahmet Bekri, Şeyh Cüneyt’i Sultan Çakmak’a şikâyet etti. Memluk Sultanı Çakmak, bu şikâyet üzerine Halep Valisini Şeyh Cüneyt’in üzerine gönderdi. Çıkan savaşta Şeyh Cüneyt’in yetmiş adamı şehit düştü, birçokları da dağılmak zorunda kaldı. Nihayet Şeyh Cüneyt, yalnız bir halde, merkezi Samsun olan Canik’e kaçtı. Burada da boş durmayan Şeyh Cüneyt etrafında birçok mürit topladı. Sayıları kısa zamanda birkaç bini bulan bu müritler, silahlanmaya başladı. Şeyh Cüneyt, bu müritlerle Hıristiyan olan Trabzon Rum İmparatorluğuna başarılı saldırlar düzenledi. Şehri kuşattı ve aldı, ama kaleyi alamadığı için geri çekildi. Osmanlı Sultanı II. Mehmet’in Trabzon’u almak için harekete geçtiğini duyunca, Trabzon’u terk etti ve Amid’e doğru yola koyuldu.[49]

         Şeyh Cüneyt, Amid’e geldiğinde Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın yıldızı yeni parlamaya başlamıştı. Şehrin dışında karşılanan Şeyh Cüneyt, şehre Uzun Hasan’la birlikte girdi. Üç yıl Amid’de misafir olarak kaldıktan sonra, Uzun Hasan’ın kız kardeşi Hatice Begüm ile evlendi.

         1459 yılında Şeyh Cüneyt, hamile olan karısı Hatice Begüm’ü Amid’de bırakarak, kalabalık bir mürit topluluğu ile Erdebil’e doğru yola çıktı. Ancak yine tutunamadı; çünkü amcası ile Cihan Şah, Onu Erdebil’de istemiyorlardı. Şehir dışına çıkarak müritlerinin toplanmasını bekleyen Şeyh Cüneyt, etrafında birkaç bin silahlı müridi ile Çerkezlerle “din uğruna”[50] savaşmak için kuzeye doğru ilerledi. (1459 sonbaharı) Şeyh Cüneyt, Şirvan hâkimi Halil ile yapılan savaşta, bir ok ile şehit edildi ve cesedi, müritleri tarafında yakın bir yere gömüldü.[51]

           Şeyh Haydar

Şeyh Cüneyt’in şehit edilmesinden sonra Şeyh’in müritleri bu defa karısı Hatice Begüm’den doğan oğlu Haydar’ın etrafında toplandı. Uzun Hasan’ın yardımları ile Erdebil postuna oturan Şeyh Haydar, Uzun Hasan’ın kızını aldı, Ona damat oldu.

         Bir silah ustası olan Şeyh Haydar, bütün müritlerini silahla donattı. Öyle ki, Onun zamanında Erdebil Tekkesi adeta bir silah deposu haline gelmişti.[52] Bu hazırlıklardan sonra Şeyh Haydar, Şirvan şahlarına karşı savaş açtı ve birçok başarı kazandı. Bu arada, Akkoyunlu’nun yeni hükümdarı Yakub Bey, Şeyh Haydar’ı Tebriz’e çağırttı ve kendine bağlı kalacağına dair Kur’an üzerine yemin ettirdi. Bu olaydan sonra, Erdebil’e dönerek sefer hazırlıklarına başlayan Şeyh Haydar, yeni başarılar elde etti. Bu sırada Şirvan şahı kayınbiraderi olan Akkoyunlu sultanı Yakub Bey’den yardım istedi ve Yakub Bey, bir ordu hazırlayarak, Şeyh Haydar’ın üzerine yürüdü. Çıkan savaşta şehit olan Şeyh Haydar’ın müritleri dağılmadı; “kumandanların ölümünden sonra hiçbir kıtanın dövüşmediği bir şekilde”[53] muharebeye devam ettiler.

           Kızılbaş Kavramı’nın Ortaya Çıkışı

Şeyh Haydar’ın müritleri sırtlarına derviş entarisi giyer, başlarına taç denilen Haydari sarık sararlardı. Türkmen sarığının kabarık olmasına karşılık, taç beyaz bir tülbent üzerine sarılan sürahi biçiminde gittikçe sivrilen on iki dilimli ve kırmızı renkli bir sarıktı. On iki dilim, on iki imamları temsil etmekte idi ve her dilimde on iki imamlardan birinin adı yazılmıştı. Sarık kırmızı olduğu için bu müritlere “Kızılbaş” lakabı adı verildi.[54] Ancak daha sonra bu lakap, daha geniş kitleler için kullanılır oldu.

           Şah İsmail ve Devletleşme

 

 

Yakub Bey, Şeyh Haydar’ın şehit edilmesinin ardından Şeyh’in üç oğlunu (Ali, İsmail ve İbrahim) anneleri ile birlikte İran’daki İstahr Kalesine hapsetti. Ancak Yakub Bey’in ölümünden (1490) sonra, Akkoyunlu ailesinde çıkan iktidar kavgası neticesinde Şeyh Haydar’ın ailesi serbest kaldı. Şeyhlerin nüfuzundan yararlanmak isteyen Rüstem Bey, aileyi serbest bırakmıştı. Arzusuna ulaşıp, tahta çıkan Rüstem Bey, bir süre sonra Şeyh Ali’yi öldürmek için girişimde bulundu. Çıkan savaşta attan düşen Şeyh Ali’nin boynu kırıldı ve şehit oldu.

         Bu hadiseden sonra İsmail ve İbrahim, müritleri tarafından kaçırıldı ve Dulkadiroğullarından bir kadının evinde saklandı. Rüstem Bey, Erdebil’de bu iki çocuğu aramak amacıyla bazı girişimlerde bulunsa da, bu çabasında başarılı olmadı. Müritler, İsmail’i alarak Hz. Ali (a)’nın soyundan gelen Geylan hükümdarı Karkeya Mirza Ali’nin yanına kaçırdılar ve Mirza Ali İsmail’i Geylan’da büyüttü. [55] Rüstem Bey, birkaç kez İsmail’i Mirza Ali’den istese de bu teşebbüsleri sonuçsuz kaldı.

         Şah İsmail, 1500 yılında Kağızman ve Erzurum üzerinden Tercan’a, Tercan’dan da Erzincan’ın Sarıkaya yaylasına ulaştı. Burada kalabalık bir Şiî-Kızılbaş topluluğu tarafından karşılandı. Halkı rahatsız eden bir ayıyı öldürünce halkın nezdindeki etkisi arttı. Anadolu’nun her köşesinden akın-akın gelen insanlar Şah’a bağlandı.

         Emrinde yedi bin kişilik bir kuvvet toplayan Şah İsmail, Erzincan’dan ayrılarak Şirvan ülkesine doğru harekete geçti. (1501) Yirmi bini atlı ve altı bini yaya olan yirmi altı bin kişilik bir ordu hazırlatan Şirvan Şahı Ferruh Yesar, bu orduyu, eksiksiz şekilde silahla donattı. Yapılan savaşı büyük bir azimle çarpışan Kızılbaş/Şiî müritler kazandı ve Ferruh Yesar öldürüldü. “Savaştan sonra Kızılbaş askeri bir ağacın altına toplu halde bırakmış oldukları çıkın ve heybelerini hiçbiri kaybolmaksızın bulabildiler.”[56]

         Şirvan ülkesinin fethedildiği bu savaşla hem ataların öcü alınmış ve hem de yeni kaynaklar elde edilmiş oldu. Şah İsmail, Kür nehrinin ağzında yer alan Mahmut Abad’da kışlarken, Ustacalı Muhammet Bey ve Hınıslı İlyas Bey’i Bakü’nün fethi ile görevlendirdi. Bu iki Kızılbaş/Şiî beyi de verilen bu görevi büyük bir başarı ile yerine getirdiler.

         Bahar olunca Akkoyunlu Elvend, Şah İsmail’in üzerine yürüdü. Akkoyunlu ordusunu sayı ve silah bakımından üstün olmasına karşın Kızılbaş ordusu, Akkoyunlu ordusunu darmadağın etti. Tarihe “Şurur Zaferi” olarak geçen bu savaştan sonra, Azerbaycan olarak adlandırılan bölge, kısa sürede Şah İsmail’in emri altına girdi. Tebriz’i ele geçiren Şah İsmail, on iki imamlar adına hutbe okutup, para bastırarak Safevî Devleti’ni resmen ilan etti ve gerekli tayinleri yaptı. (1502)

         Şah İsmail’e yenilen Akkoyunlu Elvend bu sırada Amid (Diyarbakır) taraflarına kaçtı ve oradan da Erzincan’a geçerek asker toplamaya başladı. Bunu haber alan on beş yaşındaki Şah İsmail, Erzincan üzerine yürüdü. Elvend ise her şeyi yüzüstü bırakarak oradan da kaçtı.

         Bu olaydan bir yıl sonra Akkoyunlu Sultanı Murad ile Hamedan yakınlarında “Alma Kulağı” denilen yerde karşı karşıya gelen Şah, parlak bir zaferin ardından Irak’ı, Fars’ı ve Kirman’ı fethetti. (1503)

         Dört yıl sonra Şah İsmail, Dulkadir Beyliği üzerine yürüdü. Erzurum, Erzincan ve Amasya Kızılbaşları kendi yanına çeken Şah, Osmanlı topraklarına hiçbir zarar vermeden Elbistan’a geçti. Çıkardığı bir fermanla “Osmanlı topraklarında ağaçtan bir yaprak bile koparanı cezasız bırakmayacağını” ilan etti.[57] Dulkadir ülkesine giderek Memlukların ve Osmanlıların nabzını yoklayan Şah İsmail, dönüşte Harput’u ve Amid’i ülkesine kazandırdı. (1507) Bu olaydan bir yıl sonra da Bağdat, Büveyhiler’den sonra ikinci kez Şiî denetime girdi. (1508)

         Horasan ve Türkistan’da hüküm süren Özbek Şeybek Han ile girişilen savaşta Kızılbaş orduları galip çıktı ve bütün Horasan, Savefîlerin eline geçti. (1511) Artık Safevî ülkesi, Fırat ile Ceyhun arasında uzanan geniş coğrafyanın adı idi.

         Yine bu yıl içerisinde Şahkulu Sultan, Osmanlı’ya karşı ayaklandı.

         Osmanlı sultanı II. Beyazıt tahttan indirilerek yerine oğlu Selim geçti. Bu olaydan sonra Nur Ali Halife, Sivas, Tokat, Amasya ve Çorum civarlarında yaşayan Kızılbaşları ayaklandırdı.[58]

         Selim’in tahta geçmesi ile Osmanlı’da taht kavgaları başladı. Duruma kısa sürede hâkim olmayı başaran Selim, Safevî üzerine yapacağı seferin hazırlıklarını yapmaya koyuldu. Bu süreçte Şah İsmail ile Sultan Selim arasında mektuplaşmalar oldu ve Şah İsmail savaşmak istemediğini bildirdi. Uzun yıllardır Safevîleri bir tehdit olarak gören Selim, buna kulak asmadı ve iki ordu 1514 yılında Çaldıranda karşı karşıya geldi.

         Osmanlı müverrihlerine göre Selim, bu sefere çıkmadan önce tehlikeli bulduğu kırk bin kadar Kızılbaş’ın listesini çıkardı ve bunların büyük kısmını öldürttü; bir kısmını ise hapse attırdı. Şah İsmail’e hakaret dolu ve diplomatik sayılmayacak birçok mektup gönderdi ve Onu taciz etti. Ne var ki Şah İsmail, bunlara nezaket ile karşılık verdi. Hatta bir mektubunda “Babanızla baba-oğul gibi idik; neden gerekti de üzerime saldırıyorsunuz?” diye yazmış ve onu barışa davet etmişti.

         Ne var ki Selim, hiçbir şeyi dinlemiyordu. Nihayet savaşa girdi ve Şah’ı yendi. On binlerce Kızılbaş’ı –hatta esirleri bile- kılıçtan geçirdi. Şah İsmail’in esir düşen eşi Taclı Hatun’u, Kazasker Cafer Çelebi ile nikâhladı. Karısını geri isteyen Şah’ın elçilerini hapse attırdı. Kızılbaş-Şiîlerin hacca gitmesi için birçok engel çıkardı. Safevîlerin birçok haklı isteğini geri çevirdi. Hem de “şeriata aykırı” gerekçesi ile…

Şah Tahmasb: Dindar Ve Adil

Selim’in nihai hedefi Safevîleri tamamı ile ortadan kaldırmaktı; ama hedefine ulaşamadan öldü.(1520) Şah İsmail de Selim’den dört yıl sonra, 38 yaşında vefat etti.

         Şah İsmail vefat edince yerine en büyük oğlu Tahmasb geçti ki, o sırada on yaşında idi. Tahmasb, oldukça zeki, akıllı ve aynı zamanda dindar bir hükümdardı. Sultan Süleyman, Safevîlerin üzerine yürüdüğünde o geri çekildi ve savaşmadı. Süleyman da geldiği gibi gitmek zorunda kaldı.

         Sultan Süleyman bu seferlerden geri dönerken Van’ı almış, bundan müteessir olan Şah Tahmasb, değişik aralıklarla Erciş, Ahlât, Erzurum, Erzincan, Bayburt, Adilcevaz gibi birçok yeri tahrip etmiş, bu tahrip hareketinden sadece cami, medrese, türbe, zaviye ve kervansaray gibi binalar kurtulmuştu. İçki içilen yerler de dâhil olmak üzere birçok yer ise yerle bir edildi. Şah Tahmasb Doğu Anadolu’yu iskân olunmayacak bir yer haline getirerek, Osmanlı akınlarını durdurmayı hedefliyordu.

         Sultan Süleyman, Safevî Devletini tamamen ortadan kaldırmak için üç kez doğuya sefere çıktı, fakat üçünden de eli boş döndü. Nihayet Amasya’da iki taraf arasında bir anlaşma imzalandı ve Osmanlı Devleti Safevî Devletini resmen tanımış oldu.

         Şah Tahmasb, yumuşak huylu, mütevazı, dindar ve adaletli bir hükümdar idi. İçkiden hiç hoşlanmıyordu; öyle ki bütün Safevî ülkesinde içkiyi yasakladı. İnsanlara, özellikle kadınlara çok değer verirdi. Yaptığı işlerde dahi kızlarının fikirlerini alırdı.

         Kızılbaş-Şiîlerin bu dindar ve adil hükümdarı arkasında Şiîliğin kökleştiği bir İran bırakarak 1586 senesinde bu dünyadan göçtü. (1586)

Sonrası

Şah Tahmasb vefat ettikten sonra II. Şah İsmail iktidara geçti. II. Şah İsmail dönemi kelimenin tam anlamı ile bir denge dönemidir. Sünnîler ile Şiîleri yakınlaştırmak için birçok icraatta bulunan II. Şah İsmail, Şah Tahmasb zamanında itibarı azalan Tekelü oymağına eski itibarını verdi ve Türkmen aşiretleri arasında da bir denge oluşturmaya çalıştı.

         II. Şah İsmail vefat ettikten sonra Muhammed Hudabende ve onun ardında I. Şah Abbas başa geçti. Safevî Devleti, onun döneminde kuvvet ve kudretinin zirvesine ulaştı. I. Şah Abbas zamanında Kızılbaş kelimesi her yerde ve her alanda etkili biçimde kullanılıyordu. Şahlara “Padişah-ı Kızılbaş”, askerlere “Leşker-i Kızılbaş”, devlete “Devlet-i Kızılbaş”, ülkeye ise “Ülke-i Kızılbaş” deniyordu. I. Şah Abbas 1603 yılında başlattığı bir hareket ile kaybedilen toprakları birer birer geri aldı. Öyle ki Bağdat bile alındı. Önceden tahrip edilen kaleler yeniden imar edildi. Bu dönemde Anadolu’dan birçok göç yaşandı ki, bunların en önemlisi Celali göçleridir.

         I. Şah Abbas’tan sonra altı tane daha şah iktidara geçtiyse de hiç biri ciddi bir başarı gösteremedi. 1722 yılında Afganlılar İran’ı ele geçirince Safevî Devleti de tarihe karışmış oldu.

Değerlendirme

Safevîlerin –ama özellikle Şah İsmail ile Şah Tahmasb’ın- en önemli ve etkileri yüzyıllarca sürecek olan icraatları İran’ı Şiîleştirmek oldu. Şah İsmail, İran’da Şiîliği yaymak için eğitimin zaruri olduğunu biliyordu. İlk iş olarak Necef’ten âlimler getirtip, medreseler kurdurtmak oldu. Nihayet bu çalışmalar Şah Tahmasb zamanında da devam etti ve bu dönemde İran, kesin olarak Şiîleşti. Bu dönemde birçok âlim yetiştiği bilinmektedir.[59] Bihar’ul Envar müellifi Allame Meclisi de bu cümledendir.

BAŞLANGIÇ

ŞAHKULU AYAKLANMASI

“Şah İsmail adına Anadolu’da faaliyet gösteren şeyhlerden birisi olan Şah Kulu, Tekeli ve Karabıyıkoğlu denilen ve Osmanlı kaynaklarında ‘Şeytan kulu’ diye suçlanan bu Şiî Pir, Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar’ın halifelerinden Hasan Halife isminde birinin oğludur. (…) gerek Hasan Halife ve gerek oğlu Şah Kulu Antalya taraflarında ve kendi köyleri civarında bir mağarada ibadetle meşgul olarak takva açısından büyük bir şöhret kazanmışlardır.”[60]

Genel Durum

Şah Kulu Sultan’ın Osmanlı’ya karşı ayaklanma başlattığı 1511 yılında özellikle Doğu Anadolu Bölgesi iki büyük ülke arasında tampon bölge görevi yapıyordu. Osmanlı’nın egemenliği altında kalan Anadolu’da yaygın mezhep Şiîlik idi. Buna karşılık İran’da yönetim Şiî, halkın ekserisi ise Sünnî mezhebine bağlı idi. Şah İsmail boş durmuyor, özellikle Arap ülkelerinden getirttiği Şiî din adamlarının yardımı ile Şiîliği halk arasında yaygınlaştırmaya gayret ediyordu. Anadolu yarımadasında yaşayan ve Kızılbaş olarak adlandırılan Şiî halk ise Safevilere büyük bir sempati besliyor ve onlara bağlılıklarını ilan ediyorlardı.

         Diğer taraftan Osmanlı hükümdarı 2. Beyazit devlet işleri ile fazla ilgilenmiyor, yönetimi büyük oranda vezirlere bırakıyordu. Bu durumdan faydalanan devlet görevlileri ise rüşveti yaygınlaştırmış, halka zulmetmeye başlamışlardı. Öyle ki, köyler zulümle harap olmuştu.[61] Artık adaletsizlik ve zulüm Çağatay ULUÇAY’ın da belirttiği gibi “bilhassa padişahın son yıllarında (…) gözle görülür, elle tutulur hale gelmişti.”[62]

Şah Kulu Sultan’ın Kimliği

Şah Kulu Sultan, Şeyh Haydar’ın Anadolu’daki halifelerinden Hasan Halife’nin oğludur. Hasan Halife, Şeyh Haydar tarafından Teke-eli’ne gönderilmiş ve bu yöredeki Şiî halkı örgütlemekle görevlendirilmiştir.

         Dinsel kimliği açısından Şiî mezhebinin On iki İmam kolundan olan Şah Kulu Sultan, Şah İsmail’in Anadolu’daki halifelerinden birisidir. Babası gibi Erdebil Ocağına bağlıdır. Babası ve kendisi de köyleri olan Korkuteli’nin Yalımlı Köyü başta olmak üzere Antalya ve civarında müsbet yönde isim yapmışlar; bu muhitte sevilen ve sayılan kişiler olmuşlardır. Sık sık civardaki mağaralara giderek çile doldururlar, ibadet ederler, namaz ve oruçla meşgul olurlardı. Zahit, abid, âlim ve takvalı kişilerdi.

         Rivayet edildiğine göre Şah Kulu Sultan’ın hayır duasını almak için 2. Beyazit her yıl 7000 akçe gönderirmiş.[63]

Eylem Başlıyor

1511 senesinde etrafında topladığı binlerce kişi ile ayaklanan Şah Kulu Sultan, Babai Devrim hareketinden sonra Anadolu’daki suskunluğu bozmuş, ne var ki, Osmanlı padişahının hayır duasını almak için her yıl 7000 akçe gönderdiği âlim, birden bire “Şeytan Kulu” olmuştu. Oysa Şah Kulu aynı şah Kulu idi ve onda değişen bir şey yoktu. Sadece Osmanlı doğasının gereğini yapmıştı.

         Şah Kulu Sultan ve yandaşları ilk önce Antalya’dan Manisa’ya dönmekte olan Şehzade Korkut’un kervanına saldırdılar ve hazinelerine el koydular. Antalya’yı basıp, şehrin kadısını öldürdüler. Elmalı’yı, Burdur’u ve Keçiborlu’yu ele geçirdiler. Osmanlı paşası Karagöz Ahmet Paşa’nın ordusunu Kütahya yakınlarında yenip, onu öldürdüler. Şehri elde etmelerine rağmen kaleyi alamadılar. Bu arada Şah Kulu yandaşları 20 bin kişiye ulaşmıştı. Hem de Hoca Saadettin Efendi’nin “Anadolu’nun bir avuç ayağı çarıklı Türkleri”[64] diye küçümsediği Şah Kulu ordusu…

         Amasya Sancakbeyi Şehzade Ahmet ile Sadrazam Hadım Ali Paşa ayaklanmayı bastırmak için 20 bin kişilik bir ordu hazırladılar. Konya yakınlarındaki Kızılkaya Boğazı’nda Şah Kulu ordusunu çembere alıp saldırdılar fakat yenemediler. Çemberi yaran Şah Kulu ve yandaşları Sivas’a doğru ilerlerken karşılarına Karaman Beylerbeyi Haydar Paşa çıktı. Haydar paşa’yı yenen Şah Kulu ve yandaşları, Çubuk Ovası’nda, Hadım Ali Paşa ve ordusu ile büyük bir savaşa tutuştular. Savaşta öldürülen Hadım Ali Paşa’nın ordusu da darmadağın edildi.

         Bu savaşta yaralanan Şah Kulu Sultan ise bir süre sonra Hakka yürüdü.[65]

         Önceden vezir tayin ettiği yakın adamlarından birisinin komutasında sayıları 15 bini bulan Şiî-Kızılbaş ordusu İran’a gitti. Bu ordu İran’da Şah İsmail’in ordusuna dâhil edildi.[66]

Antalya ve Isparta civarında meskûn bulunan Şiîler ise Mora’daki Modon ve Koron taraflarına sürgün edildiler.

Değerlendirme

Şah Kulu Sultan’ın bu erdemli başkaldırısı her şeyden önce Babai Devrim Hareketinden sonra sessizliğe bürünen Anadolu yarımadasına yeni bir ses getirmiş ve yeni ayaklanmaların habercisi olmuştur. Bu yönü ile Şah Kulu’nun ayaklanması yeni ayaklanmalar için bir başlangıç olmuştur.

VE DEVAM EDEN AYAKLANMALAR

Giriş

Şah Kulu Sultan’ın ayaklanması bir milat olmuş ve bundan sonra Anadolu’daki Kızılbaş kitleleri ayaklanmalara devam etmiştir. İrili-ufaklı birçok ayaklanma yaşanmış ve bu uğurda büyük mücadelelere girilmiştir.

         Şimdi kronolojiye uyarak bunlardan önemli birkaç tanesine değinelim.

Nur Ali Halife Ayaklanması

Şah Kulu ayaklanmasından bir yıl sonra Osmanlı tahtına Yavuz Sultan Selim adıyla maruf, II. Beyazıt’ın oğlu Selim geçti. Bu haber Safevî hükümdarı Şah İsmail’e ulaşınca, Şah, Nur Ali adındaki halifesini Anadolu’ya gönderdi. Buradaki Kızılbaşları örgütlendirmesini istedi. Aslen Sivas Kızılbaşlarından olan Nur Ali Halife, faaliyetlerini Şebinkarahisar’dan başlattı. Burada etrafına on binlerce kişi topladı. Osmanlı’nın taht kavgalarını fırsat bilerek Sivas, Tokat, Amasya ve Çorum’daki Kızılbaşlarla ayaklanma başlattı. Bu arada Selim’in yeğeni Murad, Kızılbaş oldu ve törenle “Kızılbaş tacı” giydi.

         Osmanlı kumandanı Faik Bey ile Tokat yakınlarında savaşa tutuşan Nur Ali Halife, savaştan galip çıktı. Tokat’ı ele geçirdikten sonra Şah İsmail adına hutbe okutan Nur Ali Halife, şehir halkına dokunmadan Kaz Ovası yakınında Selim’in yeğeni Sultan Murad ile birleşti. Tokat halkının sözlerinden döndüğü, itaatlerini bozduğu anlaşılınca şehir yeniden ele geçirildi.

         Bu arada hazırlıklarını tamamlayan Yular Kasdı Sinan Bey, ordusuyla beraber Nur Ali Halife’nin üstüne yürüdü. Ne var ki, Sultan Murad, Şah İsmail’e ulaşmış, Nur Ali halife ise, Erzincan’a doğru yola koyulmuştu. Sinan Bey, Koyulhisar’da Nur Ali Halife’ye ulaştı; fakat yapılan savaşta yenildi ve öldürüldü. Erzincan’a ulaşan Nur Ali Halife ise, Şah İsmail tarafından Erzincan valisi tayin edildi. (1512)

         Şah İsmail’in Çaldıran’da Selim’e yenilmesinden (1514) sonra, Erzincan Valisi Nur Ali Halife de, Dersim’e[67] bağlı Ovacık yakınlarında Mehmet Paşa’ya yenildi ve bu savaşta şehit edildi. (1515)[68]

Şeyh Celal Ayaklanması

Bozok Türkmenlerinden olan Şeyh Celal, Bozok yakınlarında bir mağarada ibadetle meşgul olur, bazen de inzivaya çekilirdi. Abid ve zahit bir kişi idi. Bundan dolayı halk tarafından sevilir, kendisine itibar edilirdi.

         Kızılbaş olan Şeyh, Osmanlı Sultanı Selim’in Kahire’de olduğu bir dönemde, yanına topladığı yirmi bin Kızılbaş ile[69] 1518 senesinde Bozok yöresinde ayaklandı. Kısa bir süre sonra ayaklanma Kızılırmak ile Yeşilırmak arasında kalan alana yayıldı. Osmanlı sultanı Selim, bu ayaklanmayı bastırmak için Rumeli Beylerbeyi Ferhat Paşa ile Dulkadir Valisi Şehsuvaroğlu Ali Bey’i görevlendirdi. Ferhat Paşa’nın orduları ile başa çıkamayacağını anlayan Şeyh, İran’a gitmek üzere Sivas taraflarına çekildi.

         Şehsuvaroğlu Ali Bey, Ferhat Paşa’nın gelmesini beklemeden Şeyh Celal’e saldırdı. Çıkan savaşta Şeyh Celal, ele geçirildi ve cesedi parçalanarak şehit edildi. Öyle ki, en büyük parçası kulağı kadardı.[70]

         Şeyh Celal savaş meydanlarına madden öldürüldü ama manen adı ölümsüzleşti. Çünkü Anadolu’yu alev gibi saran büyük ayaklanmalar çıkacak ve bunların tamamına birden “Celalî” adı verilecektir. Kızılbaşlar başta olmak üzere, paşalar da dâhil halkın bütün kesimleri “Celalî” adını alarak hak arayacaktır.[71]

Baba Zunnun Ayaklanması

Kanuni Sultan Süleyman adıyla maruf, Osmanlı Padişahı I. Süleyman zamanında halk ağır vergiler ödemeye mecbur edilmişti. I. Süleyman’ın Mohaç seferine çıktığı bir sırada, İlyazıcı Kadı Müslihiddin arazi vergilerini arttırmak isteyince halk buna karşı koydu. Hoşnutsuzluk doğdu. Sulkun Hoca adlı bir Kızılbaş, tarlasına 200 akçe vergi yazan görevlilere itiraz etti. Görevliler ise, Sulkun Hoca ile bazı ileri gelen şahısların sakallarını kestiler ve onları tartakladılar. Bu olay üzerine Sulkun Hoca, köylülerden ve civar Kızılbaşlardan yardım istedi. Halk da abid ve zahit bir kişinin, Baba Zunnun adlı bir Kızılbaş şeyhinin liderliğinde ayaklandı. (1527)[72]

         Ayaklanmacılar önce Sancak Beyi Mustafa Bey’in konağını bastılar. Mustafa Bey’i, kadı Müslihiddin’i ve kâtibi Mehmed’i öldürdüler.[73] Bu olaydan sonra ayaklanma Sivas, Yeşilırmak çevresi, Maraş, Adana, Tarsus ve İçel bölgelerine yayıldı. Ani baskınlarla birçok hükümet adamı öldürüldü. Bu beklenmedik olaylar karşısında “devlet büyükleri”[74] Hürrem Paşa’yı olayları bastırmakla görevlendirdiler. Hürrem Paşa, birlikte çalışacağı beyleri beklemeden ayaklanmacılara saldırdı. Kayseri yöresindeki Kurşunbeli mevkiinde ağır bir yenilgi aldı.[75]

         Bu zaferden sonra Baba Zunnun, Artukabad ve Kazabad taraflarını ele geçirdi. Bu arada ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilen Sivas Beylerbeyi Hüseyin Paşa, Malatya Sancakbeyi Yularkasdıoğlu İskender Bey’i keşifle görevlendirdi. Baba Zunnun’u pusuya düşürmek isteyen İskender Bey, başarılı olamadı ve ağır bir yenilgi alarak geri döndü.

         Bu olay üzerine ayaklanmayı bastırmak görevi Sivas Beylerbeyi Hüseyin Paşa’dan alınarak Rumeli Beylerbeyi Hüseyin Paşa’ya verildi. Çıkan savaşta Baba Zunnun şehit edildi. Ayaklanmacılar da ani bir baskınla Hüseyin Paşa’yı öldürdüler.

         Baba Zunnun ayaklanmasının kesin olarak bastırılması ancak Diyarbakır Beylerbeyi Hüsrev Paşa’nın müdahalesi ile mümkün olabildi.

         Aynı yıl içersinde Anadolu’nun değişik yerlerinde Şiî-Kızılbaş halka dayalı yerel özellikte birçok ayaklanma çıktı.

Kalender Çelebi Ayaklanması

Baba Zunnun ayaklanması henüz bastırılmadan Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhının beşinci postnişini Kalender Çelebi, “Hilafet ve İslamiyyet’in kurtuluşu ve yükselişi için“ kıyam ettiğini ilan ederek, ayaklanma başlattı. Dini nüfuzunun etkisi ile Kalender Çelebinin etrafında yaklaşık olarak 30 bin savaşçı toplandı. Savaşçılar; Kızılbaşlardan, sipahilerden, Sünnîlerden ve fakir olan birçok guruptan oluşuyordu.

         Osmanlı Sultanı I. Süleyman’ı “telaşa düşüren”[76] bu ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilen ordular, Karaçayır’da ayaklanmacılarla şiddetli bir savaşa tutuştu. Savaş bittiğinde Osmanlı orduları dağıtılmış, Karaman Beylerbeyi Mahmut Paşa, Alaiye Sancakbeyi Sinan Bey, Amasya Sancakbeyi Koçi Bey, Birecik Sancakbeyi Mustafa Bey öldürülmüş, Dulkadirli’den pek çoğu Kalender Çelebi’ye katılmıştı.

         Haberi alan Veziriazam İbrahim Paşa, yeniçerilerden ve sipahilerden bir ordu hazırladı; fakat savaşa girmedi. Kalender Çelebi’nin yanında bulunanların eğilimlerini öğrendi. Hepsini değişik vaatlerle kandırdı. Nihayet hepsi dağıldı ve Kalender Çelebi’nin yanında 200 kişi kaldı. Ancak onlar teslim olmadılar, savaşarak şehit oldular. Hepsinin başı kesildi ve mızrakların ucuna takılarak ifşa edildi. Yararlılığı görülen kişilere ise değişik hediyeler dağıtıldı.[77]

Değerlendirme

Ayaklanmaların genel karakterini belirleyen temel unsur, Caferîlik-Kızılbaşlıktır. Fakat bu ayaklanmalara çoğu kez, ezilen bütün halkın katılımı olmuş, kendi haklarını Kızılbaşlık bayrağı altında aramışlardır.

Şah Kulu Sultan ile başlayan bu ayaklanmalar genelde doğrudan Safevi desteklidir. Şah Kulu, Şah İsmail adına ayaklanmış; Nur Ali Halife doğrudan Şah İsmail tarafından gönderilmiş; Şeyh Celal ise İran’a yönelmiştir. Zaten sonraki dönemlerde meydana gelen Celali ayaklanmacılarının bir kısmı İran’a sığınmıştır.

FETRETİN TOHUMU

BEKTAŞİ TARİKATININ KURULUŞU

Tarihsel Arkaplan

16. asrın birinci yarısında Ehl-i Beyt öğretilerini yaşayan ve yayan iki önemli kurum vardı. Bunlardan birisi Anadolu’da Hacı Bektaş-ı Veli Okulu, ikincisi ise merkezi Azerbaycan’da olan Şah İsmail Hatayi Okulu idi.[78]

         Daha önceki başlıklarda anlatıldığı üzere[79], Şah İsmail Hatayi Okulu, temellerinin Şeyh Safiyüddin’in attığı, Şeyh Haydar ve Şeyh Cüneyt zamanında siyasal açılımlarının olduğu ve nihayet Şah İsmail ile devletleştiği büyük bir okuldur. Bu okula bağlı olanlar kendilerini açıkça Şiî olarak adlandırıyor; bunlar için ayrıca Caferî, İsnaaşer, Kızılbaş, Rafızî gibi isimler de kullanılıyordu. Şiî[80], Kızılbaş, Caferî gibi kavramlar o dönemde tam anlamı ile birbirini karşılıyor, muhtevası ise Ehl-i Beyt öğretilerine, On iki İmamların buyruklarına dayanıyordu.

         İkinci büyük okul olan Hacı Bektaş-ı Veli okulunun temelleri ise Babai Devrim hareketine dayanıyordu. Anadolu’da Şiîliğin kökleşmesinde büyük katkılara sahip olan okula, Hacı Bektaş-ı Veli’nin vefatından sonra yeni şeyhler başkanlık yaptı. Bunlar sırasıyla Seyyid Ali Sultan, Resul Bali, Mürsel Bali’dir.

         Bu dönemde Hacı Bektaş-ı Veli Okuluna bağlı olan insanlar kendilerini Şiî ve Caferî olarak ifade ediyordu. Bektaşî kavramının bu dönemde kullanıldığına dair herhangi bir belgeye rastlamadım. Kızılbaş kavramı ise Şeyh Haydar’dan sonra yeni yeni yaygınlaşmaya başlıyordu.

         Mürsel Bali’den sonra okulun başına “Pir-i Sani/İkinci Pir” lakabıyla maruf Balım Sultan geçti. Balım Sultan, okulda reform sayılabilecek bazı değişikliklere gitti ki, bu reformlar doğrudan doğruya okulun öğretilerine yönelikti. Araştırmacılar, bu konuda ittifak halinde olup, Balım Sultan’a “Pir-i Sani” lakabının bu icraatlarından dolayı verildiği bilinmektedir.[81]

         Balım Sultan’ın bu reformları iki yönlüdür. Birincisi mücerretlik, yani evlenme yasağı gibi Hıristiyanlık uygulamaları gibi Okulun öğretilerine yönelik reformlardır. Burada Balım Sultan’ın bir Sırp devşirmesi olduğu yönündeki iddiaları unutmamalıyız. İkincisi ise, Okul yoluyla, Şiî kitleleri Osmanlı’ya bağlamak gibi fiili sapmalardır. Burada unutmamamız gereken bir ayrıntı, Balım Sultan’ı okulun başına Osmanlı Sultanı II. Beyazıt’ın getirdiğidir.[82]

         Kuşkusuz Balım Sultan’ın yapmış olduğu bu reform niteliğindeki değişiklikler hemen meyvesini vermedi. O sadece tohumları attı. Meyveler, Balım Sultan’ın öğrencisi ve müridi olan Sersem Ali Baba’nın posta oturmasından sonra alınacaktı.[83]

         Balım Sultan’ın ölümünden sonra okulun başına Kalender Çelebi geçti ve Osmanlı’nın bozuk düzenine karşı ayaklandı; savaş meydanlarında şehadet şerbeti içti.(1528)

         Bu tarihten sonra Hacı Bektaş-ı Veli Okulu 23 yıl, başsız kaldı. 1551 yılında Osmanlı’nın başkenti İstanbul’dan okulun başına bir atama yapıldı. Atanan kişi, ne tesadüf ki, Balım Sultan’a mürit olmakla şöhret bulan Sersem Ali Baba idi.[84]

Tarikatlaşma Süreci

1551 yılına kadar, yani Sersem Ali Baba okulun başına atanıncaya dek, bu okul ile Şah İsmail Hatayi Okulu arasındaki sıcak ilişkiler ve dayanışma ruhu bütün canlılığı ile devam etmiştir. Bu iki okul, adeta bir baştaki iki göz gibiydiler. Nitekim Safevi Devletinin kuruluşunda Hacı Bektaş-ı Veli’nin müritleri temel görevleri üstlenmişler; Kalender Çelebi, Baba Zunnun ile ayaklanmış; Şah İsmail, “Hatayi” mahlası ile yazdığı şiirlerinde Hacı Bektaş-ı Veli’yi överek, Ona olan bağlılığını bildirmiştir.[85]

        

 

 

Ne var ki, 1551 yılından sonra bu durum değişti. Anadolu’da kalan Şiîler ile İran’daki Şiîler arasındaki bağlar gün geçtikçe azaldı ve bir noktadan sonra koptu. Hacı Bektaş-ı Veli Okulu özünden koparak Balım Sultan ve öğrencisi Sersem Ali Baba’nın icraatları ile zaman içersinde Bektaşî tarikatına dönüştü.[86] Bektaşî tarikatına bağlı çok değerli zatlar yetişmekle beraber, tarikat genel olarak bozuldu. Bugün dahi tartışması yapılan dedebabalık-çelebilik tartışması gibi birçok ihtilaf o günlerde başladı.

Bektaşî Tarikatı Neden Kuruldu

Osmanlı, daha önceki bölümlerde anlatıldığı üzere, askeri tedbirler ile Kızılbaş kitleleri kontrol altında tutamıyordu. Büyük ayaklanmalar çıkıyor, kimi zaman bunlar hilafet merkezini bile tehdit edebiliyordu. Bu ayaklanmacıların en şiddetli şekilde cezalandırılmaları, hatta ateşte diri-diri yakılmaları da[87] sorunu çözmüyordu. Öyleyse bu işe köklü bir çözüm bulmak lazımdı. Bu insan kaynağını, bu bilinç kaynağını kurutmaktı köklü çözüm.

         Osmanlı, bir hamle ile Hacı Bektaş-ı Veli tekkesi başta olmak üzere bütün önemli Kızılbaş tekkelerine kendi adamlarını atadı. Bektaşî tarikatını kurdurttu. Bu tarikatı başta Sünnîlik olmak üzere, masonluk, Hıristiyanlık, Hurufilik gibi birçok yabancı düşünceye açtı. Kızılbaş kitleler adalet ve hak arama ruhunu aşılayan Ehl-i Beyt öğretilerinden uzaklaştırılmaya çalışıldı. Yapılan iş, Mısır’dan Arnavutluğa kadar bütün tekkelere sirayet etti.

YABANCI DÜŞÜNCELERİN ETKİSİ

Giriş

Anadolu’daki bütün Kızılbaş kitleleri ve tekkeleri üzerinde etkili olan ve Hacı Bektaş-ı Veli Tekkesinin başına Sersem Ali Baba getirilince, diğer tekkelerde de ciddi değişiklikler yapılmaya başlandı. Bu tekkelerdeki Kızılbaş-Şiî âlimler bu tekkelerden alınarak, yerlerine Osmanlı’nın seçtiği kişiler getirildi. Hatta daha sonraki zamanlarda tekkelerin başına Nakşibendî şeyhler atandı. Ehl-i Beyt ilmini, Caferî mezhebini ve fıkhını anlatan bütün kitaplar yasaklandı.[88] Aziz Hüdayi Efendi’nin deyimi ile bu tekkeler “yoklandı”.[89]

         Doğal olarak bu süreç, Kızılbaş tekkelerini etkilenmeye, bozulmaya açık hale getirdi. Bektaşî tarikatı ve doğal olarak Kızılbaş kitleler, bu süreç içersinde Hurufilik ve Masonluk başta olmak üzere Hıristiyanlık ve Sünnîlik gibi değişik yelpazelerdeki birçok akımdan etkilendiler. Biz burada önemli olması ve günümüze ışık tutması açısından Sünnîlik, Hurufilik ve Masonluk üzerinde duracağız.[90]

Sünnîlik Etkileri

Osmanlı Devleti, Caferî mezhebine bağlı olan Kızılbaşları, Sünnîleştirme yolunu tuttu. Bunu bir devlet politikası olarak benimsedi ve uyguladı. Tekkelerdeki Şiî âlimlerin alınması, Ehl-i Beyt ilmini anlatan eserlerin yasaklanması, tekkelerin “yoklanması”nın yanında her Kızılbaş köyüne Sünnî bir imam tayin edildi.[91]

         Osmanlı’nın oyunu kısmen tutmuş, Sünnîlik etkileri bu tekkelerde yerleşmeye başlamıştı. Alınan tedbirler ile Ehl-i Beyt ilmi, Caferî mezhebi –isim olarak değil, fakat içerik olarak- yavaş yavaş çekilmişti.

         Ama bunlar yetmemişti.

         1552 yılından sonra Hacı Bektaş-ı Veli tekkesi başta olmak üzere birçok Kızılbaş tekkesine çok sayıda Nakşibendî şeyhler atandı. Birkaç yüzyıl süren bu uygulama,[92] Caferî inanç ve ibadetlerinde ciddi gerilemeye neden oldu.

         Bunlar da yetmedi.

         Büyük bir propaganda ile hem Kızılbaşların ve hem de Bektaşîlerin gönlünde taht kuran Hacı Bektaş-ı Veli’nin Hoca Ahmet Yesevi bağlantısı uydurularak “Sünnî” olduğu yayıldı. Bu iddiayı geçerli kılmak için Makalat, Şerh-i Besmele, Fevaid gibi kitaplar yazdırılarak Hacı Bektaş-ı Veli’ye mal edildi.[93]

         Artık Hacı Bektaş-ı Veli, ilk zaman tarihçilerinin[94] dediği gibi, Baba İlyas’ın müridi değil; kendisinden birkaç asır sonra yaşayan tarihçilerin yazdığı şekliyle Hoca Ahmet Yesevi’ye bağlı bir Yesevi dervişidir. Kısacası yeni bir Hacı Bektaş yaratılmış, gerçek hayatın Şiî Hacı Bektaş’ı, hayal âleminde ve uydurma kanıtlarla (!) Sünnî olmuştu..

         Ne var ki, bütün bu çalışmalar Bektaşî Tarikatının asli kimliği olan Şiî-Caferî kimliğini silmeye, yok etmeye yetmedi. Şiî inanç ve ibadetlerinin bir kısmının bozulduğu doğrudur; ama asli kimlik, Caferî kimliği her zaman dimdik ayakta durmuştur. Bektaşîlerden, Bektaşî uygulamalarından ve Bektaşî gülbanklarından bu kimliği açıkça görebiliriz.

Hurufilik Etkileri

Osmanlı Devleti’nin sistemli olarak uyguladığı bu politikalar ile Kızılbaş-Şiî tekkeleri her türlü etkiye açık hale geldi. Çünkü “bilgi” öldürülmüştü. Ve bilginin olmadığı yerde hurafenin dirilmesi de mukadderdi.

         Anadolu coğrafyasında kalan Kızılbaş-Şiî tekkelerine 1552 yılından kapatılmalarına kadar birçok batıl ve sapık inanç sirayet etti. Bunlardan bir tanesi Fazlullah Hurufi’ye nispet edilen Hurufilik adlı mezheptir.

         Tarihi belgelerin bize öğrettiğine göre, Bektaşî tarikatı içersinde Hurufi inanç ve öğretilerin yayılması ve yerleşmesi Mir Şerif adlı bir Hurufi dervişinin etkisi ile oldu.[95] Fazlullah’ın –haşa- Allah olduğu yolundaki sapkın iddialar[96], Bektaşîler ve Kızılbaşlar arasında Hz. Ali’nin –haşa- Allah olduğu şeklinde lanse edildi.[97] Bazı Hurufilerin “Namazı da Fazl kılmış, orucu da Fazl tuttu, artık bize teklif yok” şeklindeki sözleri Bektaşî ve Kızılbaşlar arasında “Bizim namazımızda Hz. Ali kılmış, orucumuzu da Hz. Ali tutmuş” şeklinde yaygınlaştırılmaya çalışıldı.[98] Yine Hurufilikte ki “tehasuh-reenkarnasyon”[99] inancı Kızılbaş-Şiî kitleler arasında yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır.[100]

         Müteakip zamanlarda “Bektaşî şairi” adı altında birçok Hurufi şair baş gösterdi. Bunlardan bir kısmı Fazlullah’a açıkça methiyeler yazdılar. Kelami, Fazıli, Vahdeti, Hayreti, Kalender, Fazli, Nemayi vb.[101] bunlardan sadece bir kaçıdır.[102]

Masonluk Etkileri

Bektaşî tarikatı üzerinde etkili olan bir başka sapkın düşünce Masonluktur. Kimi zaman Masonlar dolaylı yollardan tarikata sızıyorlar, kimi zaman da Bektaşî şeyhleri mason oluyordu. Örneğin Mason Misyoner Mr. Wayt “Ali” adını alarak Bektaşî tarikatına sızmış,[103] Tevfik Beybaba,[104] Ali Baba[105] gibi kimi Bektaşî şeyhleri Mason olmuş ve aynı zamanda tarikat içinde kalmışlardır.

        

Yine Bektaşî tarikatına mensup birçok aydın, bürokrat, paşa ve din adamı mason olmuş ve aynı zamanda tarikat içersinde kalmışlardır. “Bunlardan Şeyhülislam Hayri Efendi (Ürgüplü), Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Filozof Rıza Tevfik Efendi, Kâzım Nami, Talat Paşa, Süleyman Askerî, Vehip Paşa, Mülazım Atıf (Şemsi Paşa’yı vuran), Resneli Kolağası Niyazi, Binbaşı Eyüp Sabri, Üsküp’te Albay Galip (sonradan paşa), Avni Paşa, Ömer Fevzi Martin, Hüseyin Paşazade Nazif Süleyman, Seyfi Paşa ve Kazım Karabekir hem Bektaşî hem Masondur”[106]

         Çağdaş dedebabalardan Bedri NOYAN, 1970 senesinde Strasburg Türkoloji Kongresine sunduğu “Bektaşîlik ve Masonluk” adlı tebliğinde Bektaşîlik ile Masonluk arasındaki benzerlikleri açıklamıştır.[107]

Değerlendirme

Şunu unutmamak gerekiyor ki, Anadolu’da yaşayan Kızılbaş kitleler Hacı Bektaş-ı Veli tekkesi ile diğer tekkelere bağlı idiler ve bu tekkelerin kitleler üzerindeki etkisi büyüktü. Bunlar bir tür “merkez” niteliğinde idi. Merkezler Osmanlı tarafından dejenere edilip, yabancı ve sapkın fikrilere açık hale getirilince bunun kitleler üzerinde etkileri de oldu. Namaza-oruca liyakatsizlik, içki serbestîsi gibi bazı fiil ve düşüncelerin yaygınlık kazanması buna örnek olarak verilebilir.

ALEVİLİK KAVRAMININ ORTAYA ÇIKIŞI

Bektaşîlik Yasaklanıyor

1826 senesinde Yeniçeri Ocağı ile birlikte Bektaşî Tarikatı da Sultan II. Mahmut tarafından yasaklandı. On binlerce Bektaşî öldürüldü; on binlercesi sürgün edildi. Kitaplar yakıldı. Sultan II. Mahmut öldükten sonra tarikat yeniden toparlanmaya başladı. [108]

Sosyalizmin Etkileri

Bektaşîliğin yasaklanması gerçekte dünyevi düşüncelere bağlı insanlara yaradı. Çünkü onlar bu boşluktan yararlanarak tarikata sızmaya başladılar. Bu süreçte Abidin Nesimi ve babası,[109] Ali Rıfat Bey,[110] Ahmet Rıfkı,[111] Dr. Reşit Şahingiray[112] gibi çok sayıda Sosyalist, Bektaşî tarikatına girmiştir.

Alevîlik Kavramı’nın Ortaya Çıkışı

Anadolu coğrafyasında yaşayan Şiî-Caferî halk için -kesin çizgiler olmamakla birlikte- kırsal kesimde Kızılbaş, kentlerde ise Bektaşîlik kavramları kullanılıyordu.

         Bektaşî tarikatının kurulmasından sonra ortaya çıkan Dedebabalık Kurumu Kızılbaşlara fazla sıcak bakmadı.[113] Kızılbaşlar ise aynı soğuklukla Dedebabalık kurumuna cevap verdiler. [114]

         19. yy.a gelinceye kadar Anadolu’daki Caferî-Şiî halkı ifade için “Alevîlik” kavramının kullanıldığına dair bir belgeye sahip değiliz. Bu tarihe kadar, “Alevî” kelimesi Hz. Ali’nin soyundan gelenler için bir “sonad” olarak kullanılıyordu.[115] Örneğin 18. yy.da yaşamış Seyyid Ahmet-i Alevî gibi…

         “Alevîlik” kavramı ancak 19. yy.da Kızılbaş kelimesi ile eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştır.[116] Sonraki zamanlarda “Köy Bektaşîliği”[117] olarak da kullanılan Alevîlik kavramı, Bektaşîliği de içine alarak Şiîlik eğilimleri gösteren bütün toplulukları ifade etmek için kullanılmıştır.

         Kavram, günümüzde de bu anlamda kullanılmaktadır.

BEKTAŞİLER’DE VE KIZILBAŞLAR’DA ŞİÎ KİMLİĞİ

Şiî Kimliği

Bugün Anadolu’da kökeni Şiîliğe dayanan ama Alevî-Bektaşî olarak bilinen toplum için Şiî ve Caferî kimliği günümüze kadar kesintisiz şekilde kullanılagelmiştir. Şiî ve Caferî isimleri de bu topluluklar tarafından her zaman kullanılmıştır. Durum öyle bir hal almıştır ki, Şiîlik, Kızılbaşlık, Haydarilik, Bektaşîlik, Caferîlik aynı anlamda kullanılmış, bu kavramlar birbirini karşılamıştır.

         Bunu anlamak için fazla gerilere gitmeye gerek yok. Alevî ozanlarında 19. asırda yaşayan ve asıl adı Raşit Ali olan Kemteri şiirlerinde Caferîlik, Kızılbaşlık, Şiîlik, Bektaşîlik, Haydarilik kavramlarını hep aynı anlamda kullanır. O hem Şiî’dir, hem Caferî’dir, hem Bektaşî’dir, hem Kızılbaş’tır, hem Haydari’dir, hem…

“Hubb-i Hayder’le doluptur, gönlümün her bir yeri

Bende-i Al-i Aba’yım, itimadım Caferî”[118]

 

“Yüzseler cümle vücudum, kalmasa tende deri

Dönmezen bab-ı Ali’den, haydariyem Haydari”[119]

 

“Biz muhubb-i Ehl-i Beyt’iz, can olan Bektaşîyiz

Hakiyet iklimine sultan olan Bektaşîyiz”[120]

 

“Ta ezel bezminde ikrar eyleyen Şiîleriz

Bunda ol ikrarı tekrar eyleyen Şiîleriz”[121]

 

“Ehl-i imana Kızılbaş dediler ey Kemteri

Nezd-i münkirde bihamdillâh Kızılbaş olmuşum”[122]

         19. asrın meşhur şairlerinde Süreyya bir Bektaşî’dir. Ama O, Bektaşîliği Şiîlikle eş anlamlı kullanır.

“Şia-i âl-i Ali has, ümmeti peygamberim

Ben muhibbi handan hakipa-yı Haydar’ım”[123]

         19. asrın sonlarına doğru Alevîlik kavramı tarihi kullanılış biçiminden sıyrılarak, yani Hz. Ali’nin soyundan gelen insanlar için değil, Kızılbaş ve Bektaşî toplulukları ifade etmek için kullanılmaya başlanır. Ama Alevîlik, Şiîlik ve Caferîlikten ayrı bir anlam taşımaz.

         Yine 19. asır şairlerinden İhlasî, bir dörtlüğünde şöyle der:

“Biz güruhu Alevîyiz, Haydari

 Himmeti bahrında bulduk gevheri

Hamdüllillah, Caferîyiz Caferî

Raksı dilde cilvegahımı gördüm”[124]

         20. asırda da durum fazla farklı değildir. Alevî olarak adlandırılan topluluklar yine kendiler için Şiî, Caferî kimliğini kullanmaktadırlar. Dolayısıyla bu Alevîliğin sesi olan ozanlarında da görülür. 20. asır şairlerinde Şaban Sırrı, bir şiirinde şöyle demektedir:

“Şah-ı velayete olmuşuz yakın

Mezhebim Cafer-i Sadık el-metin”[125]

         1942 senesinde vefat eden Şeyh Baba Şevket Süreyya, ‘Tarikat-ı Aliye-i Bektâşiyye’ adlı risalesinde Bektaşîliğin, Caferî mezhebine bağlı olduğunu ikrar etmiştir.[126]


 

[1] Erdoğan MERÇİL, ‘Büveyhiler, İ.A., 6/469

[2] Cümle hadistir.

[3] Bundan sonra kolaylık olması açısından Ebu Hasan Ali, Ali olarak anılacak.

[4] Bundan sonra kolaylık olması açısından Ebu Ali Hasan, Hasan olarak anılacak

[5] 983 ile 1044 arasında ki taht kavgaları için bkz.:

MERÇİL, aynı madde, İA.

[6] Ayrıntılar için bkz.:

İbrahim KAFESOĞLU, Selçuklu Tarihi, MEB Yay., s. 25 vd.

[7] Kuleynî, Usl-u Kâfi, 1. cilt–1.bölüm, Çev Tacettin ULUÇ, Can Yay.

[8] Ayrıntılı bilgi için bkz.:

Dr. Vecihi KEVSERANİ, Osmanlı ve Safevilerde Din-Devlet İlişkisi, Denge yay., s. 21 vd.

[9] İbn-i Bibi, El-Avmir’ül Alaiyye, T.T.K. Yay., s. 498 vd.

[10] İbrahim KAFESOĞLU, 1992, Selçuklu Tarihi, MEB. Yay., s. 6 vd.

[11] Ebu’l Ferec Tarihi, T.T.K. Yay., 2/537

İbn-i Bibi, a.g.e., s.483-485

 

[12] Ebu’l Vefa’nın seyyit olamdığını söyleyenlerde vardır. Bir örnek için bkz.:

Cemşit BENDER, 1993, Kürt Uygarlığında Alevîlik, Kaynak Yay., s. 78

[13] Ahmet Yaşar OCAK, ‘Baba İlyas’, İ.A.

[14] Aşıkpaşaoğlu da baba İlyas’ı Ebul Vefa’ya bağlı gösterir. Bkz.:

Nihal ATSIZ, Aşılpaşaoğlu Tarihi, MEB. Yay., s. 11

[15] Menakıbnameden naklen,

BENDER, a.g.e., s. 84-85

[16] ibid

[17] Menakıbnameden naklen,

BENDER, a.g.e., s. 82-84

[18] H. Hüsamettin, Amasya Tarihi, 2/363

[19] Cl Cahen, Anadolu’da Türkler, s. 275

H. Hüsamettin, a.g.e., 2/359

Frans BABİNGER ise Baba İlyas’ı şöyle tanıtır: ‘Horasanlı meşhur Şiî isyancı...’

Aktaran: Mehmet BAYRAK, 1984, Halk Hareketleri ve Çağdaş Destanlar, Yorum Yay., s. 32

[20] Konya’ya Baba İlyas’ın bizzat gittiğini söyleyenlerde vardır.

[21] Diyanet Dergisi, TTK.dan naklen;

Bekir YAKIŞTIRAN, 1995, Türkiye Tarihinde Müslüman Halk Hareketleri, Kevser yay., s. 39

[22] Planı sadece baba İshak’ın yaptığını söyleyenlerde vardır.

[23] Halifelerden kasıt, Sünnîlerin dört halifesi değil, Peygamberin On iki Halifesi olmalıdır. Çünkü daha önce de değindiğimiz gibi Baba İlyas ve Baba İshak Şiîdirler. Belki Sünnîleri de harekete geçirmek için dört halife de kastedilmiş olabilir.

[24] M.Ç. ULUÇAY, İlk Müslüman Türk Devletleri, TTK. Yay., s. 216

Osman TURAN, ‘ll. Gıyasettin Keyhüsrev’ İ.A.

[25] Hz. Ali hilafete geçtiğinde Beyt’ül Mal’de ki tüm malları hiçbir fark gözetmeden halk arasında eşit şekilde paylaştırmıştır.

[26]İbn-i Bibi, aynı eser

Ahmet Yaşar OCAK, 1980, Babailer İsyanı, Dergah Yay., s. 115

[27] Savaşın ll. Keyhüsrevin Baba İlyas’ın üzerine saldırdığını ve savaşın bundan sonra başladığını söyleyenler de vardır.

[28] H. Hüsamettin, a.g.e., s. 2/372

[29] Çar erkân: Dört Direk

[30] Bekir YAKIŞTIRAN, 1995, Türkiye Tarihinde Müslüman Halk Hareketleri, Kevser yay., s. 36

[31] YAKIŞTIRAN, aynı eser, s. 30

[32] Destekleyici bir görüş için bkz.: Rıza YÜRÜKOĞLU, 1992, Okunacak En Büyük Kitap İnsandır; Tarihte ve Günümüzde Alevîlik, Alev Yay., s. 191

[33] Bunlardan bir kısmı Vilayetname’de hikaye edilmiştir. İlgili yerlere bakılsın.

Abdulbaki GÖLPINARLI, 1958, Hacı Bektaş-ı Veli Vilayetnamesi, İnkılap yay.

[34] Yunus Emre hakkında doğru değerlendirmeler içeren bir kitap için bkz.:

Abdulbaki GÖLPINARLI, 1993, Yunus Emre, Varlık-Milliyet

Kaygusuz Abdal hakkında kimi kasıtlı yorumlarına rağmen bkz.:

Abdurrahman GÜZEL, 1981, Kaygusuz Abdal, Kültür Bakanlığı Yay.

[35] Bu makalenin kapsamı dışında kaldığı için bu konulara daha ayrıntılı biçimde değerlendirme yapamıyoruz. Sonraki zamanlarda inşaallah...

[36] Doğulu ve Batılı kaynaklardan naklen;

Walter HİNZ, Uzun Hasan Ve Şeyh Cüneyt, XV. Yüzyılda İran’ın Milli Bir Devlet Haline Yükselişi, TTK yay., s.11’den kısaltılarak.

[37] A. GÖLPINARLI’nın görüşü için bkz.:

Abdulbaki GÖLPINARLI, 1991, Yüz Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, Ensariyan Yay., s. 231-232

[38] Ebul Feth Şeyh Sâfiyüddin İshâk-ı Erdebilî’nin adı bundan böyle kolaylık olması açısından Şeyh Sâfi olarak yazılacaktır.

[39] Fauk SÜMER, Safevî Devleti’nin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, TTk Yay., s.1-2

[40] Birkaç örnek için bkz.:

Bekir YAKIŞTIRAN, 1995, Türkiye Tarihinde Müslüman Halk Hareketleri, Kevser yay., s. 104

Abdulbaki GÖLPINARLI, Kızıl-baş, İA.

Doğan AVCIOĞLU, Türklerin Tarihi, 5/2231

[41] GÖLPINARLI, aynı eser, Yüz Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, s. 232

[42] HİNZ, aynı eser, s. 6-7

[43] GÖLPINARLI, aynı eser, s. 233

[44] HİNZ, aynı eser, s. 7

[45] HİNZ, aynı eser, s. 9

SÜMER, bu hadiseyi şüphe ile karşılar. Çünkü, o bu hadisenin Timurlular devri kaynaklarında olmadığını hatırlatarak; “Bu sebeple, bu haber, İran’da son asra kadar unutulmayan Rum (Urum) ‘dan yani Anadolu’dan geliş hatırasının yanlış bir izahından başka bir şey değildir” der.

SÜMER, aynı eser, s.7

[46] Safevî tarikatı, muhtemelen Hoca Ali’nin zamanında Anadolu’ya yayılmıştır. Yaygın olan kanıya göre, Hoca Ali, Safevî tarikatını Bursa’da bir aralık ekmek satarak geçindiği için “Somuncu Baba” lakabıyla tanınan Kayserili Şeyh Hamid-i Veli vasıtası ile Anadolu’ya sokmuştur.

Destekleyici bir görüş için bkz.:

Abdulbaki GÖLPINARLI, 1995, Pir Sultan Abdal, Varlık-Milliyet, s.6

[47] HİNZ, aynı eser, s. 16

SÜMER, aynı eser, s.7

[48] Bu cümle İran atasözüdür.

[49] Amid veya Amed, Diyarbakır’ın eski adıdır.

[50] HİNZ, aynı eser, s. 34

[51] Şeyh Cüneyt’in hayatı ve mücadelesi için ayrıca bkz.:

HİNZ, aynı eser.

[52] AVCIOĞLU, aynı eser, 5/2237

[53] HİNZ, aynı eser, s.75

[54] HİNZ, aynı eser, s. 66

[55] Hoca Saadeetin Efendi, 1999, Tacü’t Tevarih, Kültür Bakanlığı yay., 3/344

[56] SÜMER, aynı eser, s. 20

[57] Hoca Saadettin, aynı eser, 3/350

[58] Bu konu üzerinde ayrıca durulacak.

[59] Bu âlimlerden bir kaçı için bkz.:

Dr. Vecihi KEVSERANÎ, 1992, Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Denge yay., s. 161-190

[60] Bekir YAKIŞTIRAN, 1998, Türkiye Tarihinde Müslüman Halk Hareketleri, Kevser yay., s. 112

[61] Müneccimbaşı Tarihi, Tercüman yay., 1001 Temel Eser, s.428

[62] Çağatay ULUÇAY, “Yavuz Sultan Selim Nasıl Padişah Oldu?”, İst. Ünv. Edb. Fak. Tarih Dergisi, cilt 4, Mart sayısı,

[63] İsmayıl Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Tarihi, TTK Yay., 2/230

[64] Aktaran;

Faruk SÜMER, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, TTK Yay., s. 32-33

[65] Yılmaz ÖZTUNA, Büyük Türkiye Tarihi, Ötüken Yay., 1/462 vd.

[66] J. Von HAMMER, Osmanlı Devleti Tarihi, 4/1022-1023

[67] Dersim: Tunceli’nin eski adı

[68] Nur Ali Halife ve ayaklanması için ayrıca bkz.:

Faruk SÜMER, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Kızılbaş Türklerinin Rolü, TTK Yay., s:34-39

Ahmet Refik, 16. Asırda Rafizilik ve Bektaşîlik, Sadeleştiren: Mehmet YAMAN, Ufuk Matbaası, s. 27

Battal PEHLİVAN, Köylü Ayaklanmaları ve Alevîlik, Aydınlık, 04/07/1993

[69] Ahmet Refik, aynı eser, s. 28

[70] Ahmet Refik, aynı eser, s. 28

[71] Bu ayaklanmalar için bkz.:

Bekir YAKIŞTIRAN, Türkiye tarihinde Müslüman Halk hareketleri, Kevser Yay., s.189-282

[72] Ahmet Refik, aynı eser, s. 29

Bekir YAKIŞTIRAN, aynı eser, s. 29

İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Tarihi, TTK Yay., 2/346

[73] Ahmet Refik, aynı eser, s. 29

Bekir YAKIŞTIRAN, aynı eser, s. 29

İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Tarihi, TTK Yay., 2/346

[74] Ahmet Refik, aynı eser, s. 29

[75] Ahmet Refik, aynı eser, s. 29-30

[76] Tarih-i Ebu’l Faruk, 3/290

[77] Ayrıntılı bilgi için bkz.:

Bekir YAKIŞTIRAN, aynı eser, s. 128 vd.1

[78] Daha fazla bilgi için bkz.:

Odkan ERDENAY, Genel Yapısıyla Alevîlik, Al-i Taha Yay., s. 83 vd.

[79] “Kızılbaş Kavramının Ortaya Çıkması”

[80] On İki İmam Şiası olarak anlaşılmalıdır.

[81] Kimileri Balım Sultan’ın bu reformlarına “yeniden yapılanma” yahut “düzenleme” gibi kılıflar uydurmuşlardır.

Balım Sultan hakkında birkaç eser için bkz.:

Prof. Dr. Mehmet ERÖZ; Türkiye’de Alevîlik ve Bektaşîlik, Kültür Bakanlığı Yay., s.61 vd.

Prof. Dr. Ethem Ruhi FIĞLALI, Türkiye’de Alevîlik-Bektaşîlik, Selçuk Yay., s. 169 vd.

John K. BİRGE, Bektaşîlik Tarihi, Ant Yay., s. 64 vd.

[82] Kimi aşırı ve yanlı yorumlarına rağmen bkz.:

Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, Tarihi Boyunca Bektaşîlik, Yeni Boyut Yay., s. 173 vd.

[83] Doğal olarak bu bozuk inançlar birdenbire yerleşmedi. İslam’ın açık hükümleri (namaz vb.) bıçak keser gibi terk edilmedi. Nitekim Sersem Ali Baba’nın bir Şiirinde namazdan bahsetmesi bunu destekler.

Şiirin metni için bkz.:

SAMANCIGİL, aynı eser, s. 190-191

[84] Sersem Ali Baba’nın, Balım Sultan’ın müridi olduğuna dair bkz.:

Kemal SAMANCIGİL, Alevî Şairleri Antolojisi, Gün Basımevi, s. 187

[85] Şah İsmail’in Hacı Bektaş-ı Veli’ye bağlılığını bildiren bir Şiiri için bkz.:

Abdulbaki GÖLPINARLI, Kaygusuz Abdal-Hatayi-Kul Himmet, Varlık Yay., s. 69-70

[86] Bugüne kadar yaptığımız araştırmalarda Alevî edebiyatında 1551 yılından önce “Bektaşîlik” şeklinde bir kavrama rastlamamız da bu görüşümüzü desteklemektedir.

[87] Ahmet Refik, Onaltıncı Asırda Rafizilik ve Bektaşîlik, Sad.: Mehmet YAMAN, Ufuk Matbaası, s. 39

[88] Ahmet Refik, aynı eser, s. 99-100

[89] Ahmet Refik, aynı eser, s. 33-34

[90] Şuraya dikkat edilmeli ki, biz günümüz Alevîliğinin bir dinler karışımı olduğunu söylemiyoruz. Buradaki tespitimiz ile, günümüzde Alevîlik araştırmalarında yapılan türlü zorlamalarla Alevîliği başka yerlere yamama gayretleri ayrı düşünülmelidir.

[91] Ahmet Refik, aynı eser, s. 33-34

[92] Rıza YÜRÜKOĞLU, Okunacak En Büyük Kitap İnsandır, tarihte ve Günümüzde Alevîlik, Alev yay., s. 216

[93] Sünnî öğretilerle süslenen bu kitapların Hacı bektaş-ı Veli’ye ait olmadığı, bugün istisnasız bütün araştırmacılar tarafından kabul edilmektedir.

[94] Aşıkpaşazade gibi.

[95] Olayın ayrıntısı için bkz.:

Abdulbaki GÖLPINARLI, Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, s. 150-158

[96] Abdulbaki GÖLPINARLI, Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, s. 150-158

[97] Elbette bu sapkın iddia, Kızılbaş ve Bektaşîler arasında itibar görmedi. Bu iddia sadece, bunu yaymak isteyen kişiler ve birkaç cahil kişi ile sınırlı kaldı.

[98] Bugün için birçok odaktan bu propaganda yapılmaktadır. Elbette bu bilinçli ve sistemli bir harekettir. Ama birçok Alevî ulusu ve ozanı eserlerinde beş vakit namazdan ve oruçtan bahsetmişlerdir.

[99] Tehasuh-reenkarnasyon: Ruh göçü

[100] Hurufiliğin Bektaşîlik üzerindeki etkileri için bkz.:

Besim ATALAY, Bektaşîlik ve Edebiyatı, Ant yay., s. 48 vd.

Mehmet ERÖZ, aynı eser, s. 242 vd.

John K. BİRGE, aynı eser, s. 167 vd.

GÖLPINARLI, aynı eser, s. 155 vd.

[101] Bunların 16. yy.da yaşadıklarına dikkat edilmelidir.

[102] Bu şairler ve Şiirleri hakkında bkz.:

SAMANCIGİL, aynı eser.

[103] İhsan Süreyya SIRMA, Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri, Beyan yay., s. 29 vd.

[104] Mehmet ERÖZ, aynı eser, s. 185

[105] Harun YAHYA, Yahudilik ve Masonluk, İstişare yay., s. 237

[106] Mahmut ÇETİN, Aydın Yabancılaşması, Adım yay., s. 30

[107] ERÖZ, aynı eser, s. 185-186

[108] Baki ÖZ, Alevîliğin Tarihsel Konumu, Der yay., s.23

Cemal ŞENER, Atatürk ve Alevîler, Ant yay., s. 73-74

[109] Mahmut ÇETİN, aynı eser, s. 59

[110] Mahmut ÇETİN, aynı eser, s. 61

[111] Mahmut ÇETİN, aynı eser, s. 64

[112] Mahmut ÇETİN, aynı eser, s. 65

[113] Elbette burada dedebabalıktan kurum olarak bahsedilmektedir. Yoksa dedebabalığa bağlı çoğunluk Bektaşî kendisini Kızılbaş olarak da tanımlamıştır. Buna örnek olarak şair Dertli verilebilir.

[114] Ayrıntılar için bkz.:

Mehmet ERÖZ, aynı eser, s.73 vd.

[115] Bunlardan bir kaçı için bkz.:

Baki ÖZ, Alevîlik Nedir, Der yay., s. 172-173

[116] İriene MELİKOF, Uyur İdik Uyardılar, Cem yay., s. 33 vd

[117] Besim ATALAY, aynı eser, s. 17 vd.

[118] Saadettin Nuzhet ERGUN, aynı eser, s. 230

[119] Saadettin Nuzhet ERGUN, aynı eser, s.231

[120] Saadettin Nuzhet ERGUN, aynı eser, s.230

[121] Saadettin Nuzhet ERGUN, aynı eser, s.237

[122] Saadettin Nuzhet ERGUN, aynı eser, s.234

[123] Kemal SAMANCIGİL, aynı eser, s. 208

[124] Saadettin Nuzhet ERGUN, aynı eser, s.323

[125] Kemal SAMANCIGİL, aynı eser, s.210

[126] Şeyh Baba Şevket Süreyya, Tarikat-ı Aliye-i Bektâşiyye, TDV yayınları, s. 9