Index Next

İkinci Fâtıma

Hz. Mâsume

Muhammed Muhammedî İştihardî

Çeviri:

Rahmi Onurşan

Ehet Solhan

Tashih-Tatbik:

Metin Atam

Alu'l-Beyt Yayınları: 02

Kitabın Orijinal Adı:

Hz. Mâsume Fatıma-i Dovvom

Dizgi ve Mizanpaj

Alu'l-Beyt

Kapak:

Alu'l-Beyt

İsteme Adresi:

Güneşli Evren Mah. Sabiha Cad.

Zafer Sok. No: 17

İmam Zeynelabidin (a.s) Camii Altı

Bağcılar / İstanbul

Tel: (+90) 212 656 26 79

Fax: (+90) 212 656 79 46

Web: www.al-shia.com

E-mail: aalulbayt.tr@aalulbayt.org

HZ. MÂSUME'Yİ ANMA KONFERANSI

İmam Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet edilir: “Doğrusu Kum beldesi bizim haremimizdir. Benim kızlarımdan Fatıma adında biri orada gömülecektir. Kim onu ziyaret ederse cennet ona farz olur.”[1]

Başka bir rivayette şöyle gelmiştir: “Ehl-i Beyt’in haremine Kum denildi. Zira bu şehrin halkı İmam Mehdi’nin etrafında toplanacak ve ona yardım etmek için kıyam edecektir.”[2]

Bundan böyle Kum toprağı arşa karşı etse iftihar

Levh-i Mahfuz'u bulur belki kendine yar[3]

Ehl-i Beyt dostu Şiî Eş’ariler, Emevîlerin, özellikle de Ubeydullah b. Ziyad ve Haccac b. Yusuf’un zulmünden kurtulmak için İran’ın şehirlerine dağılarak kendilerine sığınak aramaya başladılar. Kum halkı onları kucak açarak Kum’a gelmelerini ve buraya yerleşmelerini istedi. Halk onların üzerine safran serperek sevinç içerisinde bağrına bastı ve bütün imkanlarını onlarla paylaştı. Eş’arîlerin önde gelenleri, Peygamberimizin Medine halkıyla yaptığı gibi Kum halkıyla dostluk ve kardeşlik içinde yaşamak ve düşmanlara karşı birlikte savaşmak için ahitleşti.

Böylece Hicrî I. yüzyılın sonlarında bu şehrin, Ehl-i Beyt velayeti üzerine temeli atılmış oldu. Neticede bu şehir, Emevî saltanatına karşı yenilmez bir kale hâline gelerek Alevîlerin ve talebelerin önemli bir merkezi oldu. Bu yüzden olacak ki İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:

“Bizim bir haremimiz var, o da Kum’dur.”[4]

 “Kum şehri mukaddestir. Oranın halkı bizden biz de onlardanız.”[5]

“Eğer Kumlular olmasaydı din yok olurdu.”[6]

“Ahir zamanda fitne yayılırsa Kum’a sığının.”[7]

Yedinci İmam da (a.s) Kum’u Ehl-i Beyt’in konaklama yeri olarak tanıtmaktadır.[8]

II. yüzyılın başlarında Kum, İran halkının dini öğretiler merkezi durumuna geldi. Memun, şeytani düşünceleriyle İmam Rıza’yı (a.s) Tus’a gelmeye mecbur edince İmam'ın ailesi onu görmek için Medine’den İran’a hicret etmelerine izin vermesini istediler. İmam’ın olumlu cevabından sonra Hz. Mâsume, ailesinden bir toplulukla ağabeyini görmek için Tus’a hareket etti. Sâve’ye ulaşınca muhtemelen Memun’un gönderdiği bir zehirle zehirletilerek Horasan’a gitmeleri engellendi.

Hz. Mâsume, Kum halkının Şia olduğunu ve bu konuda Resulullah’tan nakledilen rivayeti bildiği için halkın davetiyle bu azametli şehre gelerek Musa b. Hazrec’in evine yerleşti.

Hâcetler kapısının kızı Fatıma Mâsume’nin varlığıyla bu şehrin çehresi mukaddesleşti ve gitgide manevî bir havaya büründü. Kum’un dinî, kültürel, iktisadî ve sosyal durumu dikkat çekici bir şekilde değişti.

Eğer İmam Mehdi’nin (a.s) has naipleri ilmî ve fıkhî bir kitabı onaylamak için Kum alimlerinin o kitabı onaylamaları şartına bağlıyor idiyseler; dünya Şiîlerinin en büyük İslamî İlimler Havzası bu şehirde kurulup geliştiyse; kültürel, ilmî ve dinî kitaplar yayılıp şehirlere ve köylere din alimleri gönderildiyse; yüzlerce araştırma merkezi kurulduysa; dinî değerleri diriltmek için İslam İnkılabı bu şehirden başladıysa; bütün bunlar, Resulullah’ın evladı Ehl-i Beyt’in kerime hanımı Hz. Fatıma Mâsume’nin hürmetinedir.

Hz. Mâsume’nin 1250. doğum yıldönümünde (Hicrî 1383) Harem-i Şerif'in kubbesinin eşsiz altın kaplamasının ve en büyük avlusunun tamamlanmasıyla Harem-i Şerif'in yetkili müdürü Ayetullah Mesudî’nin emri doğrultusunda Hz. Masume'yi Anma Konferansı düzenlenecektir. Konferansın hedefi bu büyük şahsiyeti, onun büyük manevî yerinin açıklanması, Kum kentinin kültürel eserlerinin araştırılması ve yazılmasıdır.

Bu eserler şu konuları kapsamaktadır:

1- Hz. Mâsume ve Astane-i Mukaddese

2- Kum ve Şia inancı

3- Kum İslam-i İlimler Havzası

Şunu da söylemek gerekir ki, şimdiye kadar yapılan işler, sadece bu yolda atılan küçük adımlardı. Yapılanlar, yukarıda yer alan mevzulara yakışır şekilde daha dakik ve detaylı araştırmalar için bir başlangıçtır. Bu hedefin gerçekleşmesinde kendilerini Ehl-i Beyt’in hizmetçileri safında karar veren değerli taklit mercilerine, araştırmacılara ve yazarlara canı gönülden teşekkür ederim.

Ramazan 1424

Genel Sekreter

Ahmed Abidî

Önsöz

HZ. MASUME’NİN (S.A) YÜCE TÜRBESİNİN GÖLGESİNDE

Allah'ın bir nişanesidir Mâsume

Bitmeyen lütfüdür Mâsume

Kurân'ın güzel yüzü

Hakkın simasıdır Mâsume

Muhammed bağının kokusu var O'nda

Mustafa'nın evladıdır Mâsume

Zehra'nın ışıltısıyla dolu

Paha biçilmez bir cevherdir Mâsume

İffet sembolü, Âl-i Kisa örtüsüdür O

Murtaza'nın kızıdır Mâsume

Güneş sisteminde bir yıldız

Yani, Rıza'nın kız kardeşidir Mâsume

Ey ziyaretçiler! Bir cennet kapısı da işte burada!

Türbesi ne de sefalı, Mâsume

Kurân ve Ehl-i Beyt'e tevessül etmede

Bize hâcet kapısıdır Mâsume

Tus beldesine gitmek için gelmişti Medine'den

Yorgun bir yolcuydu Mâsume

Kardeşini görmek için çıkageldi ama

Görünceye dek dili hep duadaydı Mâsume

Gece gündüz aşk ile çöllerde dolaştı

Vefalı bir kız kardeş idi Mâsume

Sanki bir Zeynep de oydu

Kardeşinden ayrı düşen Mâsume

Bilir misin O'nu; yarı yolda can verdi

Bak, şimdi nerede Mâsume

Vatanından da kardeşinden de uzakta

Çektiği hasretle ciğerleri yakar Mâsume

Gerçi ne sinesi delindi, ne de kaburgası kırıldı ama

Yüreği kardeş hasretiyle doluydu Mâsume

Zehra'nın ve ecdadının yarasıyla

Kerbela'nın varisiydi Mâsume

Her Hüseyniye O'nun evidir, ey Hisan!

Mâtem sahibiydi çünkü Mâsume[9]

Peygamberimiz (s.a.a) ile Hz. Ali’nin Ehl-i Beyt'-lerinin (a.s) iftihar dolu yaşam tarzlarını ve kültürlerini tanımak, bu mutmain ve sağlam dergâha manevî ve amelî olarak sığınmak, gerçek İslam’ı tanımanın ve ondan faydalanmanın en temel yollarından biridir. Zira İslam’ın berrak kaynağından faydalanan bu yüce insanlar, İslam Peygamberinin (s.a.a) hayat bahşeden mektebinin birer numuneleridir.

Bununla birlikte, nübüvvet bağının güllerinden bir gül olan Hz. Mâsume’nin hayatını öğrenmek, mukaddes Kum Kenti'nin gerek tarihîni, gerekse halihazırdaki konumu hakkında bilgi edinmek, bu toprakların bereketini, oradaki ilim havzasını ve havzanın değerli eserlerini yakından tanımak, Cemkeran Mescidi’nin inşa mâcerasını ve Hz. Mehdi’nin (a.f) evrensel ve küresel adalet hükümeti hakkında bilgilenmek vs. çok önemli ve yapıcı etkiler içerir. Bunların her biri, insanın doğru yolu bulmasına ve ilerlemesine vesile olabilecek manevî ilerleme yolunda güçlü bir yardımcıdır.

Elinizdeki eser, bu esasa dayanılarak denizden bir katre su veya harmandan bir parça azık almak gayesiyle oluşturulmuştur. Zira bu değerler, dinin şiarlarındandır. İnsan, manevî yönde kendini doğrultması, kendine çeki düzen vermesi ve yapılandırması noktasında çok önemli rolü olan dinin bu numunelerini  önemsemeli ve onun kutsallığını korumalıdır.

Yüce Allah Kurân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

"...Kim Allah dininin hükümlerini ulularsa şüphe yok ki bu hareket, yüreklerdeki çekinme (takva) duygusundandır."[10]

Bunun yanı sıra Kevser Sûresi'nde de, nübüvvet ailesinin yüce etkileri ile bunlardan nasıl faydalanmak gerektiği ve düşmanların şerrinin nasıl önlenebileceği açıklanmaktadır.

Mezhebî Değerlere Saygı

Kutsal değerlere ihtiram göstermek, onları anmak ve bu yaklaşıma değer vermek İslam’ın önem verdiği konulardan biridir. Bu esas üzerine olacak ki, bedenin herhangi bir yerini, hangi dilde yazılırsa yazılsın "Allah" ismine ve on dört mâsumun (a.s) mübarek isimlerine abdestsiz olarak dokunmak (birçok fakihin fetvasına göre), camiye veya mâsum imamların (a.s) harem-i şeriflerine cünüplü olarak girmek ve buralara ihtiramsızlık etmek haramdır. Bu tür hükümler, bu mukaddes değerlerin saygınlığını korumamız gerektiğini göstermektedir.

Büyüklerimiz bu konuya çok önem verirlerdi. Nitekim, Ayetullah Uzma Burucerdî (r.a) hakkında nakledilen şu hikâye bu konuya açık bir örnek oluşturmaktadır:

Bir gün Suudi Arabistan Kralı, İran’ı ziyarete gelmişti. Kral, Şia dünyasının o dönemki taklit mercii olan Ayetul-lah Uzma Burucerdî’ye (r.a) birtakım hediyeler gönderdi. Ayetullah Burucerdî (r.a), bu hediyelerin arasından birkaç Kurân-ı Kerim ve Kabe’nin perdesinden bir parçayı alarak diğerlerini geri gönderdi. Arabistan kralının görüşme talebini de reddetti. Bunun sebebi sorulduğunda ise şöyle dedi: "Bu şahıs (Suudi Arabistan Kralı), Kum’a gelirse Vahabî olduğundan Hz. Mâsume’nin (s.a) ziyaretine gitmeyecektir. Bu da Hz. Mâsume’nin (s.a) değerli makamlarına hakaret sayılır. Hz. Mâsume’ye karşı yapılan böyle bir davranışı benim kabul etmem mümkün değildir."[11]

İslam İnkılabı rehberi İmam Humeynî (r.a), her zaman Hz. Mâsume’nin Harem-i Şerifi’ni ziyarete gelir, büyük bir saygı içerisinde türbeyi öperdi. Kendi kabrinin Hz. Mâsume’nin türbesinin yanında olmamasını istemesinin sebebi, belki de Hz. Mâsume’nin manevî huzuruna ihtiramsızlık olabileceği ihtimalinden dolayıdır. Zira yüz binlerce insanın onun mezarına ziyarete gelmesi veya resmî ziyaretlerde devlet erkanlarının gelip gitmeleri vs. olaylar, tabii olarak Hz. Mâsume’nin Harem-i Şerifi’ne gösterilen saygıyı azaltabilirdi. Kendini Ehl-i Beyt’e (a.s) hizmete adamış bu büyük taklit merciinin ise böyle bir şeyi kabul etmesi mümkün değildi.

Büyük Şia mercilerinden Merhum Ayetullah Uzma Necefî Mer'aşî (r.a), yaklaşık olarak 60 yıl, yaz-kış demeden Hz. Mâsume’nin hareminde cemaat namazı kılmak için erkenden Harem'e gelir, kapı açılmadığı zamanlar kapının yanında beklerdi.[12]

Bir keresinde kendim, bu büyük taklit merciinin abâsını başına atmış bir vaziyette, avlu kapısının arkasında büyük bir tevazu içerisinde hizmetçinin kapıyı açmasını beklerken görmüştüm. Adeta Hz. Mâsume’nin evinin kapısında ona sığınmış zavallı fakir bir ihtiyar gibiydi.

Bu büyük taklit mercii kendi vasiyetinde şöyle diyordu: "Cenazemi halam Mâsume’nin türbesinin karşısına bırakın. İmamemin bir ucunu türbeye, diğer ucunu da tabutuma bağlayın ve daha sonra Mevla'm Hz. Hüseyin’in (a.s) kendi ailesiyle yaptığı son veda görüşmesinin mersiyesini okuyun."[13]

Görüldüğü gibi, ilim ve amel ehli değerli âlimler, kutsal değerlere böyle saygı gösterirler, dinin şiarlarını bu şekilde yüceltirlerdi.

Niçin "II. Fatıma Hz. Mâsume"?

1350 h.k. yılının başlarında Hz. Mâsume’nin Hayatı adlı eseri kaleme almaya başladım. Bu kitap, Peygamberimizin (s.a.a) pak Ehl-i Beyt’inin dostları tarafından çok beğenildi ve aynı yıllarda 4. baskısı yapıldı. Daha sonra kitabı yeniden düzenleyerek bölümlere ayırdım ve daha kapsamlı araştırma yaparak yüce Allah’ın izniyle bugünkü haline getirdim.

Bu kitaba II. Fatıma Hz. Mâsume ismini vermemin sebebi, Hz. Mâsume’nin asıl adının Fatıma oluşundan kaynaklanmaktadır. Hz. Mâsume, bu adıyla birlikte Hz. Zehra’dan (s.a) sonra onun yüce varlığının bir örneği idi. Hz. Fatıma Zehra’nın hedeflerinin gerçekleşmesi için büyük bir mücadele verdi. Gençlik yıllarında mâsum imamların hak velayetlerinin onayı yolunda şehit edildi.

II. Fatıma Hz. Mâsume, aynı zamanda İmam Humeynî’nin (r.a), Hz. Zehra ve Fatıma Mâsume (s.a) hakkında yazdığı şu şiirinden ilham alınarak hazırlanmıştır:

Allah’ın nûru Resul-u Ekrem’de etti tecelli

O’ndan da yiğitlerin efendisi Haydar’a geçti

Ve ondan ışıldadı Hz. Zehra’ya

Şimdi de zahir oldu Cafer oğlu Mûsa’nın kızında

Bütün mümkünâtın şerefi bağlıdır bu nûra

O olmasaydı bâtıl sarardı her yanı, baştan başa

Bu ikisi gibi kız evlat, kudret mayasından çıkmadı daha

Ne geldi, ne de gelecek; takdir de bu ya

Beriki ilim dalgalarının başlangıcı oldu

Öteki hilim ehlinin çıkış noktası

Beriki peygamberlerin mirasçısı oldu

Öteki baş tacı, velilere miğfer

Beriki celâlet âleminde Kâbe oldu

Öteki ululuk mülkünde Meş'ar

"Doğmadı" ayeti bağlamış dilimi, yoksa derdim

Allah'ın kızlarıdır, diye; bu iki nur-i mutahhar

Beriki ebediyet mülküne mirasçı oldu

Öteki ululuk arşına hükümdar

Beriki Medine toprağını müzeyyen etti

Öteki Kum sayfasını münevver

Öteki Kum toprağını şerafetiyle eyledi cennet

Beriki Medine suyunu eyledi Kevser

Kum diyarı yüce cennetin hasret yurdudur

Hatta öyle ki cennete geçiş yoludur

Bundan böyle Kum toprağı arşa karşı etse iftihar

Levh-i Mahfuz'u bulur belki, kendine yar

Toprak hem de ne toprak, yaratılanların onuru

Müslüman'ın kalesi, kâfirin sığınağı[14]

Bu kitaba isim verme konusunda birkaç isim arasında tereddüt ediyordum. Bunlardan ilki, II. Fatıma Hz. Mâsu-me idi. Çünkü o hazretin asıl adı da Fatıma idi. Ayrıca, Hz. Fatıma’dan sonra bu ismi taşıyıp da Hz. Mâsume’nin makamına ulaşan başka biri yoktu. Böyle bir ismin sakıncalı olup olmadığını düşünüyordum.

Bu düşüncelerle Harem-i Şerif’in yeni avlusundan içeri girdim. Havuzun başında Harem-i Şerif’in karşısında oturdum ve yüksek sesle “Selam olsun sana ey ikinci Fatıma” diye bağırdım. Sonra yerimden kalkıp oradan ayrıldım. Ama yine de bu ismin kitap için uygun olup olmadığını düşünmeden edemiyordum. Feyziye’nin yanındaki Meydan-ı Astane’ye çıkan kapıdan geçerken ansızın Harem-i Şerif’in kütüphanesinin kapısına gözüm ilişti. Yıllarca o kütüphaneye gitmememe rağmen kalbime ansızın oraya gitme fikri doğmuştu.

Kütüphane ikinci katta olduğu için merdivenlerden yukarı çıktım. Müdürlüğe yönlendiren tabloya gözüm ilişti. Tabloyu takip ederek içeri girdim. Harem-i Şerif’in kültür bölümünde birkaç kişi çalışıyordu. Bazıları ilim ehli insanlardı.

Konuyu onlara da açtım ve kitabın adı hakkında görüşlerini aldım. Din alimlerinden biri, yerinden kalkarak bir odaya girdi. Bir süre sonra elinde İmam Humeynî’nin (r.a) tüm şiirlerini içeren bir kitapla geri döndü.[15] Kitabın 253 ve 257. sayfalarını açarak bana içinden bazı beyitler gösterdi. İki nurdan söz eden ve “Hz. Fatıma Zehra ve Fatıma Mâsume Adlı İki Nur’un Medihleri” şeklinde başlık taşıyan bölümü işaret etti. Çok derin mânalar taşıyan 44 beyitlik bu şiir, bu hatunlar hakkında yazılmıştı.

İmam Humeynî (r.a), şiirinde Hz. Mâsume’yi Hz. Fatıma Zehra ile mukayese ediyordu. İçlerinden şu iki beyit çok dikkatimi çekmişti:[16]

Bu ikisi gibi kız evlat, kudret mayasından çıkmadı daha

Ne geldi, ne de gelecek; takdir de bu ya

"Doğmadı" ayeti bağlamış dilimi, yoksa derdim

Allah'ın kızlarıdır, diye; bu iki nur-i mutahhar

O an, II. Fatıma Hz. Mâsume'nin, bu kitaba vereceğim en iyi ve en güzel isim olabileceğini düşündüm. Bu muhabbeti Hz. Mâsume’nin görünmeyen yardımıyla bulmuştum. Daha önce aklımdan bile geçmemesine rağmen beni kütüphaneye yönlendirmiş ve kalbimdeki tereddüdü gidermişti. Böylece, bu kitaba II. Fatıma Hz. Mâsume adını verdim.

Kitap, üç bölümden oluşmaktadır:

1- Kum Kenti’nin antik tarihi, ilim havzasının kuruluşu, eserleri ve bu mukaddes topraklarda yetişen büyük şahsiyetler.

2- Hz. Mâsume’nin Kum Kenti’ne gelişi, Ehl-i Beyt’in bu yüce bânusu ve o hazretin mübarek türbesi hakkında bilgiler ve kerametlerinden örnekler.

3- Hz. Mehdi’nin (a.f) bütün dünyayı kapsayan merkezlerinden biri olacak Cemkeran Mescidi, İmamzâdele-rin türbeleri, büyük şahsiyetler ve dînî merkezler hakkında bilgiler.

Kültürel ve mezhebî hazineler olan bu yerlerden faydalanmak ve kaynağını bu yoldan alan bereketlere bilinçli olarak ulaşabilmek ümidiyle…

Kum İslamî İlim Havzası

Muhammed Muhammedî İştihardî

1997 / Bahar

2002 (Yeniden gözden geçirilerek basıldığı tarih)

I. BÖLÜM

ª Kum Kenti’nin Antik Tarihi

ª Kum'da Yetişen Değerli Alimler

ª İslamî İlimler Havzası

İslam’dan Önce Kum Kenti

Kum Kenti’nin, İslam'dan önceki dönemleri hakkında elimizde yeterli bir bilgi yoktur. Ama Kum Kenti’nin İslam’dan önce yaşanılan bir yer olduğu kesin bilgilere dayalıdır. Tarih sayfalarında buna yer yer işaret edilmiştir. Genel olarak Kum Kenti’nin yüzölçümü ve özellikleri, İslam’ın zuhurundan önceki asırlarda kesin olarak belli değildir. Öyle sanıyorum ki Kum Kenti, İslam’dan önce sayısız kaleleri olan bir şehir şeklindeydi. Halkının bir kısmı Zerdüşt, diğer bir kısmı da Yahudî idi.

Buranın şehir hâline gelmesi, Yemen asıllı Arap Şiîler tarafından gerçekleşmiştir. Bu yüzden tarihçilerin yanında onlara Kum’un kurucuları gözüyle bakılmaktadır. Kum Kenti’nin kente dönüşmesi, Şia ve Ehl-i Beyt düşüncesiyle birlikte gerçekleşmiştir.

Bazı antik tarih araştırmacıları, Kum Kenti’nde hüküm sürmüş meşhur topluluklardan bazılarını kitaplarında kaydetmişlerdir.

Envaru’l-Muşa'şaîn kitabı yazarı,[17] Seyr-u Mulûk-i Acem kitabından naklen şöyle der: “Behram-i Gur,[18] Ermenistan’a gidiyordu. Sâve civarlarından geçerken Kum Kenti’ni ve köylerini inşa ederek buraya Memecan adını verdi."[19]

Kum’un asıl merkezine bakacak olursak, -ki şu anki şehrin bir kilometre doğusunda antik kalıntıları vardır, bu şehrin İslam’dan önce kurulmuş olduğunu açıkça görebiliriz.

Ayrıca, civar köylerin isimleri ve burada yaşayanların yaşam tarzları, sözü edilen iddiayı onaylamaktadır.

Yâkut Hamevî’nin[20] iddiasının tam aksine, İslam’ın zuhurundan çok daha önce bu şehir, İran’ın mâmur şehir-lerinden biriydi. Sâsanîler döneminde[21] yazılan Hüsrev, Kevazan ve Rizek adlı bir kitapta Kum’un adından ve safranının tadının güzelliğinden söz edilmiştir. Ayrıca, İskender Makdunî’nin[22] Kum Kenti’ni yıktığına dair elimizde belgeler de mevcuttur.

Büyük bir ihtimalle Kum Kenti’nin kuruluşu, Hahâ-menişiyân[23] dönemine dayanmaktadır.[24] Bu şehrin en eski tarihî kalıntısı günümüze kadar kalmayı başarmış bir sütundur. Bu sütunun Pişdadî padişahlarından Tehmors[25] tarafından yaptırıldığı söylenmektedir.

Kum Kenti'nin Sâsaniler döneminde meşhur olduğu konusunda şüphe yoktur. Şahname-i Firdevsî’de[26] üç yerde Kum’dan söz edilmektedir.[27]

İslam’dan Sonra Kum

Birinci asrın başlarında, yani Müslümanların İran’a saldırdığı H. 23. yılda Kum şehri, Ebu Musa Eş'arî[28] tarafından fethedildi. Bazılarıysa Kum’un fethini Ahnef b. Kays tarafından gerçekleştiğini söylemişlerdir. Arapların giriş çıkışları ve Kum'daki nüfuzları, gitgide buranın yolunu açmış oldu. Sonunda Abdülmelik b. Mervan’ın hilafeti döneminde Eş'arî oğullarından bir gurup Kum’a sığındı ve zamanla çoğalarak şehre hakim oldu.

Eş'arî’lerin Kum’a gelişleri bir bakıma Kum İslamî İlimler Havzası'nın temelini oluşturduğu için bu konuyu ileriki bölümlerde detaylı bir şekilde ele alacağız.

Abbasîler Döneminde Kum

Abbasîlerin hilafeti döneminde,[29] hilafeti ele geçirmek isteyebilecekleri endişesiyle Hz. Ali (a.s) evlatları gözaltına alınıyor, işkencelere maruz bırakılıyorlardı. Bu yüzden Hz. Ali evlatlarının çoğu o dönemde Kum'a sığınmıştı. Böylece Kum halkının düşüncelerinde Şia inancı yeşermeye ve gelişmeye başladı. Zamanla bu şehir bir şia şehri olarak tanınmaya başlandı. Bu yüzden halifeler, Kum'u göz ardı etmişler, şehre önem vermemişler, hatta bütçe yardımında dahi bulunmamışlardır.

Bu nedenle Kum, ikinci asrın sonlarına kadar İsfahan'a bağlı bir yerleşim yeri olarak kaldı. Hârun Reşit[30] dönemine kadar da farklı bir yöneticisi olmadı. Nihayet, Hârun Reşit döneminde Kum’un ileri gelenlerinden Hamza b. Yesa, Hârun’un huzuruna çıkarak Kum’un İsfahan’dan ayrılması ve Cuma ile bayram namazlarının Kum'da da kılınabilmesi için izin istedi. Halife de onun bu isteklerini kabul etti.[31]

Hamza b. Yesa Kum’da sayılı Arap büyüklerinden idi. Kum'un bağımsız bir şehir olması için Hârun Reşit'ten izin aldıktan sonra Hârun onu, Kum’un haracını, çiftçilik ve ticarî vergilerini toplama görevine atadı. Hamza, bu alanda yoğun olarak çalıştı. Kum’un sınırlarını belirleyerek gelirlerini topladı ve topladığı paraları halifeye göndermeye başladı.[32]

Kûfe Şiîlerinin Kum’a Hicreti ve Kum Halkının Şiî Oluşu

Peygamberimizin (s.a.a) vefatından sonraki yıllarda Şia, daima yaşadığı dönemin zalim yöneticilerinin yoğun baskılarına maruz kaldı. Ama aydın görüşlü insanların hakikati görmelerine ve kabul etmelerine bu baskılar engel olamadı.

II. halife (Ömer b. Hattab) döneminde Müslümanlar İran’a saldırarak üçüncü Yezdgird’e galip geldiklerinde Müslümanlar yavaş yavaş bütün İran’a hakim oldular. Yezgird, Horasan’a kaçtı ve Merv’de bir değirmenci tarafından öldürüldü. H. 22. yılında, yani Nihavend Savaşı'ndan bir yıl sonra Araplar Rey, Zencan, Azerbaycan, Simnan ve Demegan gibi önemli şehirleri ele geçirdiler. Bir yıl sonra h. 23'te de Kum, Hamedan ve İsfahan’ı aldılar. İran halkının büyük çoğunluğu, mukaddes İslam dinini bu dönemde kabul etmişti.

Önemli bir nokta şudur ki: İmam Bâkır’ın (a.s) döneminde, yani Hicrî I. yüzyılın sonları ve II. yüzyılın başlarında Emevî hükümeti karışıklıklar yaşarken Şiîler farklı şehirlerden gelerek İmam Bâkır’ın (a.s) etrafında toplandı ve dini eğitim almaya başladı.[33]

Hicrî I. yüzyılın sonlarına doğru Kûfe’den birkaç Şiî, Kum’a gelerek Şia inançlarını yaymaya başlamıştı. Halk da beğendiği bu Ehl-i Beyt mektebine bir yöneliş gösterdi. Günümüzde halkının büyük çoğunluğunu Şiîlerin oluşturduğu İran, önemli bir gerçeği gözler önüne sermektedir. O da şudur ki; İran, ikinci halifenin taraftarları tarafından fethedilmesine rağmen kısa bir zamanda İran halkı, cereyan eden olayın tersine, Caferî mezhebini kabul etti. Görüldüğü üzere, Kum halkının Caferî mezhebini kabul etmesi için birkaç kişi yeterli olmuştur.

Evet, tarihten de anlaşıldığı üzere Kum, yaklaşık olarak iki asır (yani, II. yüzyılın ortalarından IV. yüzyılın ortalarına kadar) çok geniş bir alana yayılmış kalabalık bir şehir idi. Ama bu topraklardaki değişik akımlar, doğal olarak Kum’un defalarca yıkılıp yeniden inşasına sebep olmuştur.

Tarih-i Kadim-i Kum adlı eserin yazarı da Kum’un zorluklarla dolu tarihine değinerek şöyle der: “Elimize ulaşan haberlerden şunu anlıyoruz ki Kum, yeni tarih sayfalarında geçmiş tarihî varlığı belli olan ama, halkı dağılan ve ondan sadece adı ve nişanesi kalan antik bir şehirdir.”[34]

Ali (a.s) Evlatlarının Kum’a Gelişi

Tüm hatıralarıyla birlikte Hicrî I. ve II. yüzyıllarda gerçekleşen olayları müteakiben Şia inancının tohumları, I. yüzyılın sonlarında bu topraklarda serpildi ve çok geçmeden tamamen bir Şiî şehri hâline geldi. Nihayet Kum, Hz. Ali (a.s) evlatlarını kabul etmeye hazırdı. Peygamber (s.a.a) evlatları artık bu topraklara gelebilir, tam bir saygınlık içerisinde yaşayabilirlerdi.

Başta Şiîlerin 8. imamı Musa b. Cafer’in (a.s) yüce ve muhterem kızı Hz. Mâsume olmak üzere Kum'a gelen seyit, âlim ve İmamzâdelerin sayısı hızla arttı. Bu hâtunun gelişiyle Kum, İslam tarihinde yeni bir sayfa açmış oluyordu.

Bu değerli hatunun Kum’a gelişini Şia’nın mâsum önderleri daha önce yakın dostlarına haber vermiş, onun gelişinin, Kum’u güneş gibi aydınlatacağını söylemişlerdi.

Kum, Miladî 1221 yılına kadar kısmen sakin bir şehir idi. Bu döneme kadar önemli bir olay gerçekleşmemişti. Ama aynı yılda Moğolların saldırısına maruz kalarak büyük yıkımlara sahne oldu. Bu olaydan yarım asır geçmeden Timurleng,[35] Kum’a saldırdı. Uzun ve zorlu bir direnişten sonra şehri ele geçirdi. Karşılaştığı bu zorlu ve cesurca savunmadan dolayı halkın çoğunu kılıçtan geçirdi. Şehrin büyük bir bölümünü yerle bir etti.

Kum'a Gelen Bazı Oryantalistler ve İzlenimleri

Ötelerden beri Kum’a gelen, Kum'un tarihî, kültürel ve mezhebî konumunu yakından gören birçok yabancı oryantaller olmuştur. Buraya gelerek şehir hakkında izlenimlerini kaleme alan yabancılardan bazıları şunlardır:

1- JR. Wefo Barbarow

2- Amber Vegio Kontarini

Bu iki kişi Venezüellalıdır. Miladî 1474 yılında Kum'a gelmiş ve birkaç gün burada kalmışlardır.

Barbarow, anılarında şöyle der: “Kum, duvarlarla çevrili bir şehir. Sanat eserleri pek göze çarpmıyor.” Barba-row, daha sonra Kum’un meyve bağlarına değinir.

Kontarini ise şöyle der: “Bu şehirde her şey fazlasıyla var. Bol sayıda oldukça güzel çarşısı mevcut. Beklediğimiz gibi, bu şehirde Şia mezhebini savunanları seviyor ve onlara yardım ediyorlar.”

Bu yüzden olacak ki Şah İsmail, Miladî XVI. yüzyılın başlarında bu şehre geldiğinde halk tarafından çok sıcak ve görkemli bir şekilde karşılanmıştı. Ama bu şehrin gerçek şöhretine kavuşması ve ziyaretçi akınına uğraması, Büyük Şah Abbas’ın saltanatıyla başlamıştı.

3- İngiliz uyruklu Jean Cartrait: Miladî 1600'de bu şehre gelmiştir. Hatıralarında şöyle yazar: “Timurleng’in yaptığı tahribattan sonra bu güzel şehir gerçek sınırlarının yarısına kadar gerilemiştir.”

4- Don Garsia: İspanya büyükelçisi olan Garsia, I. Şah Abbas zamanında Kum’u ziyaret etmiştir. O da anısında şöyle der: “Kum sokaklarında gidip gelen halk arasında çok az sayıda kadına rastlamak mümkün.”

5- Thomas Harbert: Bir asır sonra Kum’a geldi. Kum hakkındaki izlenimini şöyle belirtmiştir: “İki binden fazla ev var. Çoğu güzel bir şekilde yapılmış, evlere güzel dekorlar verilmiş. Şehir, dayalı döşeli evlerden oluşuyor... Cadde ve sokakları geniş, çarşıları büyük. Birçok Asya şehri gibi artık Kum şehrinin de duvarları yok. Çok güzel mescitleri var.”

6- Shardon: Kacarlar döneminde şehre gelen bu yabancı, Kum’dan büyük bir şehir olarak söz etmektedir. İzlenimlerinde şöyle yazar: “Bu şehirde yaklaşık olarak on beş bin ev var. Fethali Şah, taç töreninden sonra söz verdiği gibi Hz. Mâsume’nin türbesinin kubbesine ait çinileri kaldırarak yerine altından bir tabaka yaptırdı. Öyle ki, hava karardığında dahi kubbenin ışıltısı göz kamaştırıyor.”[36]

Şehre “Kum” Denilmesinin Sebebi

Bu şehre "Kum" adının verilmesine gerekçe olarak birkaç sebep gösterilmiştir. Burada, bu sebeplerden bazılarına değineceğiz. Kararı ise sizin takdirinize bırakıyoruz:

  Index Next