eKitap: www.islamkutuphanesi.com
umulmadık bir şekilde geri döndüreceğinden umutluyum." Hz.
Yakub'un böyle davranış sergilemesinin nedenine gelince, bu tutum
peygamberlerin Allah'a karşı gözetmeleri gerken bir edep kuralıdır.
Onlar her hâllerinde Rablerine yönelmelidirler, bütün hâl ve
hareketleri Allah yolu doğrultusunda olmalıdır. Çünkü yüce Allah,
"Onlar Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir."
(En'âm, 90) diyerek
onları doğru yola ilettiğini açıkça belirtiyor. Yakup Peygamberle ilgili
olarak da, "İbrahim'e, İshak'ı ve Yakub'u evlât olarak armağan
ettik. Hepsini de doğru yola ilettik." (En'âm, 84) buyuruyor. Yüce
Allah, ayrıca nefsin arzularına uymanın Allah yolundan çıkmak
demek olduğunu şöyle ifade ediyor: "Nefsinin arzularına uyma.
Arzuların seni Allah yolundan çıkarır." (Sâd, 26)
Yüce Allah'ın hidayeti ile yönlendirilen peygamberler, kesinlikle
nefislerinin arzularına uymazlar. Onların mal, evlât, kadın, yiyecek,
giyecek ve barınma gibi hayat görüntüleri ile bağlantılı şehvet,
öfke, sevgi, nefret, sevinç ve üzüntü gibi nefsanî duyguları ve
batınî meyilleri Allah yolu ile özdeştir; bunlar ancak Allah'a yönelirler,
O'nun rızasını umarlar. Şöyle ki, hayatta tutulacak iki yol vardır:
Hakka uyma yolu ile nefsin arzularına uyma yolu. Başka bir
tabirle, Allah'ı hatırda tutma yolu ile Allah'ı unutma yolu.
Peygamberler Allah'a doğru yönlendirilmiş, arzularının esiri
olmayan seçkin şahsiyetler oldukları için, hiçbir durumlarında Allah'ı
unutmaz, her zaman O'nu anarlar; bütün hâl ve hareketlerinde
Allah'tan başka bir maksatları olmaz; hayattaki hiçbir istekleri
için Allah dışında bir sebebin kapısını çalmazlar. Yani herhangi bir
sebebe yapıştıkları zaman, bu sebep onlara Allah'ı ve yetkinin O'-
nun elinde olduğu gerçeğini unutturmaz. Yoksa sebepleri kökten
reddetmezler, onların kavramsal varlıklarını inkâr etmezler. Çünkü
bunların inkârı düşünülemez. Ayrıca nesnelerin somut varlıklarını
kabul edip, onların sebep olma niteliklerini de inkâr etmezler.
Çünkü böyle bir yaklaşım, insanî fıtrat yolundan sapma anlamına
gelir. Allah'a bağlılık demek, onun dışındaki bir faktöre bağımsız
bir etki tanımamak ve her şeyi Allah'ın koyduğu yere koymaktır.
Peygamberlerin Rablerine bağlılıkları, anlattığımız gibi tam ve
gerçek bir bağlılık olduğu için bu ilâhî edep, onların, Rablerinin
yüceliğini gerektiği gibi gözetmelerini, rububiyet yönünü göz
önünde bulundurup riayet etmelerini sağlar. Bunun sonucu olarak
yöneldikleri her şeye Allah için yöneliyor, terk ettikleri her şeyi
dikleri her şeye Allah için yöneliyor, terk ettikleri her şeyi Allah için
terk ediyorlar; sarıldıkları her sebebin öncesinde, beraberinde ve
sonrasında Rablerine bağlılıklarını sürdürürler. Öyle ki yüce Allah
her durumda onların gayeleri olur.
Yakup Peygamber (a.s), "Ben üzüntümü ve tasamı sadece Allah'a
şikâyet ediyorum." derken, şöyle demek istiyor: "Ben devamlı
şekilde Yusuf'u anıyor, onun üzüntüsünü yaşıyorum. Fakat
benim bu hâlim, herhangi bir musibet sonucunda sahip olduğu bir
nimeti kaybedince kendisine ne fayda ve ne zarar veremeyecek
bir mercie bilmeyerek dert yanan birinin davranışına benzemez.
Ben Yusuf'u kaybetmenin beni içine düşürdüğü durumu Allah'a
şikâyet ediyorum. Benim bu isteğim de olmayacak bir şey değildir.
Çünkü ben Allah'tan sizin sahip olmadığınız bilgilere sahibim."
Bu edep örneklerinden biri de Yusuf Peygamberden (a.s) nakledilen
edeptir. Bilindiği gibi, Mısır padişahının karısı, Yusuf Peygamberi
emrini yerine getirmediği takdirde hapse atmakla tehdit
etmişti. İşte bu sıradaki duasını Kur'ân'ı Kerim bize şöyle naklediyor:
"(Yusuf) Rabbim, dedi, bana göre zindan bunların beni çağırdığı
şeyden iyidir. Eğer onların düzenini benden savmazsan, onlara
meyleder ve cahillerden olurum."
(Yûsuf, 33)
Hz. Yusuf (a.s) bu sözleri ile şunu demek istiyor: İçinde bulunduğu
kritik durumda onun akıbeti, hapsedilmek ile o kadınların isteklerine
olumlu karşılık verme şıkları arasında gidip geliyor ve
"(Yusuf) erginlik çağına erişince, ona hikmet ve ilim verdik."
(Yûsuf,
22) ayetinde Allah tarafından kendisine bağışlandığı bildirilen
bilgisi ile, hapse girmeyi o kadınların isteklerini yerine getirmeye
tercih ediyor. Yalnız sebepler, saray kadınlarının istekleri lehine işlemektedir.
Bu sebepler, kendisini Allah'ın makamına cahil olma
(yüceliğini bilmeme), Allah'a ilişkin sahip olduğu bilgisini geçersiz
kılma yönünde tehdit eden güçlü ve üstün nitelik taşıyor. Oysa Yusuf
Peygamber hapishanedeki arkadaşına, "Hüküm sadece Allah-
'a aittir." (Yûsuf, 40) dediği gibi, karşılaştığı durumla ilgili hükmün
sadece Allah'ın elinde olduğuna inanıyor.
Bundan dolayı Yusuf Peygamber (ona selâm olsun), edebini
takınarak kendisi için bir istekten söz etmiyor. Çünkü öyle yapmak,
bir tür hüküm vermektir. Sadece Rabbinin kendisine bağışladığı
bilgi nimetini geçersiz kılmaya yönelik bir cahillik tehdidi al-
tında bulunduğuna işaret ediyor ve cahilliğin mahvedici etkisinden
ve saray kadınlarının tuzaklarının harekete geçmesinden kurtulmasının,
bu tuzakların Allah tarafından uzağında tutulmasına bağlı
olduğunu ifade ediyor. Böylece işi Allah'a havale ediyor ve susuyor.
Yüce Allah da duasını kabul ederek, onu saray kadınlarının tuzaklarından
uzak tuttu. Bu tuzak, ya onlara meyletmek olmak veya
hapse girmektir. Yüce Allah onu hem zinadan, hem de hapse
girmekten kurtardı. Bundan anlaşılıyor ki, saray kadınlarının tuzağından
söz ederken zina ile hapse girmeyi birlikte kastetmiştir.
"Rabbim, dedi, zin-dan... iyidir."
şeklindeki sözü ise, iki şık arasında
sıkıştığı takdirde kalbinin hapse girme eğiliminde olduğunu belirtmek,
zinaya yönelik nef-retini ifade etmek için söylemiştir. Yoksa
hapse girmeyi istediğini söylemek istememiştir. Tıpkı Hz.
Hüseyn'in (a.s) şu beyitte dediği gibi:
"Ölmek, utanç yükü altına girmekten iyidir. / Utanç yükü altına
girmek de ateşe girmekten iyidir."
Yoksa bazılarının sanabilecekleri gibi, Yusuf Peygamber hapse
girmeyi istemiş ve bu yüzden hapse atılmasına hükmedilmiş, değildir.
Bunun delili, yüce Allah'ın bu ayetin hemen arkasından,
"Sonra kesin delilleri görmelerine rağmen, onu bir zamana kadar
mutlaka zindana atmaları kendilerine gerekli göründü."
şeklindeki
buyruğudur. Bu ayette Yusuf Peygamberin o olaydan sonra
[Mısır Azizi ve arkadaşları tarafından] gerekli görüldüğü için hapse
atıldığı belirtiliyor. Yoksa yüce Allah daha önce [hapse atılma olayı
gündeme gelmeden önce] saray kadınlarının zina teklifinden ve
hapse atma tehditlerinden onu korumuş, kadınların komplolarından
uzak tutmuştu.
Yusuf Peygamberin (a.s) Allah'a yönelik bir başka övgüsünü ve
duasını Kur'ân bize şöyle naklediyor: "Yusuf'un yanına girdikleri
zaman, ana-babasını kucakladı ve 'Allah'ın izni ile Mısır'a güvenle
girin' dedi. Ana-babasını tahtının üstüne çıkartıp oturttu ve hepsi
onun için secdeye kapandılar. (Bunun üzerine Yusuf,) dedi ki:
'Babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur.
Rabbim onu gerçekleştirdi. Doğrusu Rabbim bana (çok şey) lütfetti.
Çünkü beni zindandan çıkardı ve şeytanın benimle kardeş
lerimin arasını bozmasından sonra sizi çölden (kaldırıp yanıma)
getirdi. Hiç şüphesiz Rabbim dilediklerine karşı lütfedicidir. Kuşkusuz
O (her şeyi) bilendir, hikmet sahibidir. Ey Rabbim! Mülkten
(egemenlikten) bana pay verdin ve bana (rüyalarda görülen) olayların
yorumunu öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada da,
ahirette de velim sensin. Benim canımı (sana) teslim olmuş olarak
al ve beni salihler arasına kat!" (Yûsuf, 99-101)
Bu ayetleri inceleyenler, bu ayetlerde yansıyan peygamberlik
edebi üzerinde iyice düşünmelidirler. Bunun yanı sıra Yusuf Peygamberin
(a.s) sahip olduğu egemenliği ve devlet otoritesini, anababasının
bir an önce ona kavuşmanın özleminden kaynaklanan
yüksek heyecanlarını ve kardeşlerinin takındıkları alçak gönüllülüğü
aklında canlandırmalı, iyi değerlendirmelidirler. Oysa ki bunların
hepsi onun, kaybettikleri günden buluştukları güne kadar geçen
hayat hikâyesini hatırlıyor, o ise şimdi bir devlet yetkilisi olarak,
izzet ve otorite koltuğuna oturmuş hâlde karşılarına çıkıyor.
Ağzından çıkan her sözün ya tamamında veya bir bölümünde
Allah'a yer veriyor. Sadece sözlerinin başındaki, "Allah'ın izni ile
Mısır'a güvenle girin." ifadesi böyle değil. Bu sözlerinde ailesine
şehre girmelerini emrediyor ve onlara güvence tanıyor. Fakat bu
sözlerini bile hemen Allah'ın dileğini içeren bir istisna ile bağlıyor.
Böylece bu hükmü Allah'ın iradesini hesaba katmadan, tamamı
ile kendine mal ettiğinin sanılmasına meydan vermiyor. Zira o,
"Hüküm sadece Allah'a mahsustur."
diyen kişidir.
Arkasından Rabbini övmeye başlıyor. Bu övgü, ailesinden ayrıldığı
günden tekrar onlara kavuştuğu güne kadar geçen zamanın
olaylarını kapsıyor. Önce görmüş olduğu rüyayı gündeme getirerek
onun gerçekleştiğini ifade ediyor. Babasının hem rüyayı yorumlamada,
hem de sözlerinin sonundaki Allah'ın ilmine ve hikmetine
vurgu yapan ifadelerde haklı çıktığını ifade ediyor. Bu hatırlatmayı,
Allah'ı daha çok övmüş olmak için yapıyor. Babası o zaman
şöyle demişti: "Böylece Rabbin seni seçecek ve sana düşlerin yorumundan
bir parça öğretecek... Hiç şüphesiz Rabbin (her şeyi)
bilendir ve hikmet sahibidir." (Yûsuf, 6) Burada Yusuf Peygamber,
babasının o rüyayı doğru yorumladığını belirttikten sonra şöyle
diyor: "Hiç şüphesiz, Rabbim dilediklerine karşı lütfedicidir. Kuşkusuz,
O (her şeyi) bilendir, hikmet sahibidir." (Yûsuf, 100)
Sonra rüyası ile bu rüyanın gerçekleşmesi arasında geçen olayları
özetliyor ve bunları Rabbine bağladıktan sonra onları güzel
olmakla niteliyor, bunların Allah'ın ihsanı olduğunu dile getiriyor.
[Hz. Yusuf'un ilâhî edebini gösteren bir diğer husus da şudur:]
Bi-lindiği gibi kardeşleri onu kuyuya atmışlar, arkasından onu çok
az bir bedel karşılığında satmışlar ve hırsızlıkla suçlamışlardı. Oysa
Yusuf Peygamber son derece nazik bir edeple bu olayları, "şeytanın
benimle kardeşlerimin arasını bozma" olarak niteliyor.
Arkasından Rabbinin nimetlerini saymayı ve bu nimetlere övgülerle
karşılık vermeyi sürdürüyor. Öyle ki, "Rabbim, Rabbim!"
diye diye O'nun aşkı bütün vücudunu sarıyor, aklını alıyor, ilâhî
cezbeye geliyor ve bu duygu seli içinde Rabbiyle meşgul oluyor,
âdeta aile fertlerini tanımaz hâle geliyor. İşte onları bırakarak
Rabbine yönelerek, "Ey Rabbim! Mülkten (egemenlikten) bana
pay verdin ve bana (rüyalarda görülen) olayların yorumunu öğrettin."
diyor.
Bu sözleri ile mülk (egemenlik) ve rüyaları yorumlama bilgisi
nimetleri karşılığında Allah'ı övüyor. Sonra bu nimetleri kendisine
Rabbinin verdiğni anımsıyor. Çünkü O, göklerin ve yeryüzünün yaratıcısıdır,
her şeyi kesin yokluktan varlık sahnesine çıkarandır.
Öyle ki, bu süreçte varlıklardan hiçbirinin fayda ile menfaati kazanıp
zarar ile belâyı defetmede kendilerinden yana hiçbir çaba göstermemiş,
kendi dünya ve ahiret işlerini düzenleme yetkisi türünden
bir fonksiyonları olmamıştır.
Yüce Allah, her şeyi yoktan var ettiğine göre, aynı zamanda
her şeyin velisidir. İşte böyle olduğu için Yusuf Peygamber, "gökleri
ve yeri yaratan" dedikten sonra şu gerçekleri dile getiriyor: Kendisi
âciz bir kuldur; ne dünyada ve ne ahiretteki işlerini kendisinin
düzenlemeye gücü yetmez. O, Allah'ın velâyeti altındadır; Allah
onun hesabına dilediği iyiliği seçer ve onu dilediği makama oturtur.
Bu gerçekleri, "dünyada da, ahirette de benim velim sensin."
diye ifade ediyor.
Böyle deyince, ancak Rabbinin karşılayacağı bir dileğini seslendiriyor.
Bu dileği, dünyadan ahirete Rabbine teslim olmuş olarak
göçmektir. Ataları İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a ve Yakub'a sunulan
bu nimet ve ayrıcalığın aynen kendisine de verilmesini
istiyor. Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyuruyor: "Biz onu (İbrahim'i)
dünyada seçtik, ahirette de şüphe yok ki o, salihlerdendir.
Hani Rabbi ona, 'Teslim ol.' dedi, -ki bu, seçme işlemine işarettiro
da, 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum.' dedi. İbrahim de bunu
oğullarına tavsiye etti. Yakup da, Oğullarım, dedi, Allah sizin için
bu dini seçti, siz de artık (Allah'a) teslim olmuşlar olarak ölün."
(Bakara, 130-132)
İşte bu, Yusuf Peygamberin, "Benim canımı (sana) teslim olmuş
olarak al ve beni salihler arasına kat." sözleri ile dile getirdiği
duadır. Hz. Yusuf burada teslim olmuş (Müslüman) olarak ölmeyi
ve sonra da iyi kullar arasına katılmayı istiyor. Atası İbrahim
Peygamber de, "Rabbim! Bana egemenlik ver ve beni salihler arasına
kat." (Şuarâ, 83) diyerek aynı isteği dile getirmiş ve yukarıda
belirtildiği üzere bu isteği kabul edilmişti. Böylece Yusuf Peygamber
hakkında anlatılanlar ve onun hayat hikâyesi bununla noktalanıyor
ve "Sonunda senin Rabbine varılacaktır." Bu, Kur'ân'ın anlatımları
içinde ilginç lütuflardan biridir.
Bu edepli dua örneklerinden biri de Musa Peygambere (a.s) aittir.
İlk gençlik yıllarında Mısır'da bir Kıptîyi yumruklayarak öldürdüğünde
yaptığı bu duayı Kur'ân bize şöyle naklediyor: "Rabbim,
ben kendime zulmettim, beni bağışla, dedi. (Allah da) onu bağışladı.
Çünkü O, bağışlayan ve esirgeyendir." (Kasas, 16) Daha sonra
Mısır'dan kaçışı sırasında Medyen'e vardığında ve Şuayb Peygamberin
iki kızı için kuyudan su çıkarıp gölgeye oturduğunda şu duayı
yaptı: "Rabbim, dedi, ben senin bana indireceğin hayra muhtacım."
(Kasas, 24)
Bu iki duada Allah'a sığınıp O'nun Rablık sıfatına bağlılığını arz
ettikten sonra şöyle bir edep takındı: İlk duasında açıkça dilekte
bulundu. Çünkü dileği affedilmekle ilgili idi ve yüce Allah kendisinden
bağışlanma dilenmesinden hoşlanır. Nitekim, "Allah'tan
bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah bağışlayan ve esirgeyendir."
(Bakara, 199) buyurmuştur. Gerek Nuh Peygamber, gerekse onun
arkasından gelen peygamberler (hepsine selâm olsun) insanları
buna [Allah'tan bağışlanma dilemeye] çağırmışlardır. Hz. Musa
(a.s) ikinci duasında ise, sözlerinin akışından anlaşıldığına göre,
beslenme ve barınma gibi ihtiyaçlarının karşılanmasını istedi.
Ama bu isteğini açıkça ifade etmedi, sadece ihtiyacını dile getirdi
ve sustu. Çünkü Allah katında dünyanın hiçbir değeri yoktur.
Şunu bilmek gerekir ki: Musa Peygamberin, "Rabbim, ben
kendime zulmettim, beni bağışla." şeklindeki duası, zulmü itiraf
etme ve af dileme bakımından Âdem Peygamber ile eşinin, "Ey
Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize
acımazsan, kesinlikle ziyana uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 23) şeklindeki
dualarının benzeridir. Şu anlamda ki, buradaki zulümden
maksat, tıpkı Âdem Peygamber ile eşinin durumlarında olduğu
gibi, hayatının selâmetine, maslahatına aykırı bir hareket yaptığı
için kendine zulmetmesidir.
Çünkü Hz. Musa (a.s) yaptığı eylemi, adam öldürmeyi yasaklayan
şeriatının gelişinden önce yapmış ve o sırada can saygınlığı
olmayan bir kâfiri öldürmüştü. Kendi şeriatından önce böyle bir
adam öldürme olayının yasak olduğuna dair bir delil de yoktur.
Âdem Peygamber ile eşinin Allah'ın emrine karşı gelmeleri de bu
türden bir olaydı. Çünkü onlar yasak ağacın meyvesinden yemekle
nefislerine zulmettiklerinde, Allah'ın insanlara yönelik bir şeriatı
yoktu. Yüce Allah şeriat denen hukuk sistemlerini Âdem Peygamber
ile eşinin cennetten yeryüzüne indirilmelerinden sonra ortaya
koydu.
Sadece o ağaca yanaşmanın yasaklanmış olması, o yasağın
çiğnenmesinin bildiğimiz anlamdaki günahın gerçekleşmiş olmasını
gerektiren mevlevî bir yasak olduğuna delil olamaz. Üstelik
Tâhâ suresindeki ayetlerde olduğu gibi, onlarla ilgili bu yasağın
irşadî nitelikli bir yasak olduğunu gösteren karineler vardır. Birinci
ciltte Âdem Peygamberin kaldığı cennet ile ilgili ayetleri tefsir ederken
bu hususu açıklamıştık.
Üstelik Kur'ân'ı Kerim, Musa Peygamberin (a.s) halis kılınmış
seçkin bir kul olduğunu bildiriyor ve Allah'ın ihlâslı kullarının şeytan
tarafından yoldan çıkarılmaları mümkün değildir. Bilindiği gibi
de, günah olayının meydana gelebilmesi için şeytanın yoldan çıkarma
girişiminin mutlaka varolması gerekir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Kitapta, Musa'yı da hatırla. Doğrusu o halis kılınmış ve
elçi bir peygamberdi."
(Meryem, 51)
"(İblis) dedi: Senin izzetine
andolsun ki, onların hepsini azdırıp yoldan çıkaracağım. Yalnız
onlardan halis kılınmış kulların hariç."
(Sâd, 82-83)
Bundan anlaşılıyor ki, Musa Peygamberin duasında istediği aftan
maksat, Âdem Peygamber ile eşinin dualarında olduğu gibi,
Allah'ın mevlevî suçlarda suçlular hesabına yazdığı cezanın silinmesi
değil, hayatın akışı içinde nefse zulmedilmesi sonucunu veren
suç izlerinin silinmesidir. Musa Peygamber (a.s) yaptığı eylemin
ortaya çıkmasından ve o toplumda suç sayılan bir fiili işlediğinin
belli olmasından korkuyordu. Bu yüzden Allah'tan bu eylemin
örtülmesini ve bu anlamda affedilmesini istedi. Kur'ân dilinde
mağfiret=bağışlama, cezanın silinmesinden geniş kapsamlı bir
kavramdır; hatta mağfiret aslında her türlü kötü sonucun ortadan
kaldırılması, yok edilmesi demektir. Ve şüphe yoktur ki, bütün
bunların hepsi Allah'ın elindedir.
Nuh Peygamberin (a.s) daha önce aktardığımız duasında geçen,
"Eğer beni bağışlamaz ve bana acımazsan..."
(Hûd, 47) şeklindeki
sözleri bir bakıma bunun benzeridir. Yani, "Eğer sen beni
kendi edebinle edeplendirmez, kendi ismetinle korumaz, kendi
rahmetinin kapsamı içine almazsan, ben hüsrana uğrarım." Bunun
üzerinde iyi düşün.
Bu edep örneklerinden bir diğeri, Musa Peygamberin vahye ilk
muhatap oluşu ve kavmine peygamber olarak gönderilmesi üzerine
yaptığı duadır. Kur'ân bize bu duayı şöyle naklediyor: "(Musa)
dedi ki: Rabbim, göğsümü benim için aç, işimi bana kolaylaştır,
dilimden düğümü çöz ki, söylediklerimi anlasınlar ve ailemden
bana bir yardımcı kıl, kardeşim Harun'u. Onunla arkamı güçlendir
ve onu işime ortak et. Ta ki seni çokça tesbih edelim. Ve seni
çok analım. Şüphesiz sen bizi görmektesin." (Tâhâ, 25-35)
Hz. Musa (a.s), görevlendirildiği dinî çağrı hakkında iyilik dileğinde
bulunuyor; söylediği sözlerdenbulunduğu konum itibariyle
anlaşılacağı üzere Rabbine şunları söylüyor: "Sen benim ve kardeşimin
durumunu bilmektesin, ikimizin de hâlini görmektesin. Biz
küçük yaş-larımızdan beri seni tesbih etmeyi severiz. Bu gece omuzlarıma
peygamberlik yükünü yükledin. Ben öfkeli [ve titiz] bir
insanım ve dilimde düğüm var. Bunları sen iyi bilirsin. Eğer insanları
sana çağırır, onlara mesajını tebliğ edersem, korkarım ki beni
yalanlarlar. O zaman göğsüm daralır (canım sıkılır) ve dilim
dönmez olur. Bunun için göğsümü açıp genişlet ve işimi bana kolaylaştır.
-Bu dua, yüce Allah'ın şu ayette sözünü ettiği zorluğun ve
güçlüğün giderilmesini istemek anlamına gelir: 'Allah'ın kendisine
takdir ettiği her şeyi yerine getirmekte peygambere herhangi bir
güçlük yoktur. Sizden önce geçenler arasında da Allah'ın yasası
böyleydi.' (Ahzâb, 38)- Dilimdeki düğümü çöz ki, söylediklerimi anlasınlar.
Kardeşim Harun benden daha güzel konuşur. Hem o ailemin
bir ferdidir. Onu bu işe ortak et, bana yardımcı yap ki, -
öteden beri istediğimiz üzere- seni çok tesbih edelim ve birbirimizi
destekleyerek senin adını insanların önünde çok analım."
Musa Peygamberin (a.s) çağrı ve tebliğ araçları olarak Allah'-
tan özetle istedikleri bunlardır. Bu duada gözettiği edep kurallarına
gelince, sorduğu soruları kendi çıkarı için sorduğu sanılmasın
diye bu soruları sormaktaki maksadını, "Ta ki seni çokça tesbih
edelim. Ve seni çok analım." şeklindeki ifadesi ile açıkça belirtiyor.
Allah'ın kendisini bildiğini, bu söylediğinin doğruluğuna delil
gösteriyor. Bunun için "Şüphesiz sen bizi görmektesin." diyerek,
kendinin ve kardeşinin nefsini Allah'a sunuyor. Muhtaç bir kişinin
dileğini zengin ve cömert bir mercie sunarken nefsini ortaya koyması,
merhamet duygusunu harekete geçiren en kuvvetli faktörlerden
biridir. Çünkü bu tutum, ihtiyacı dil ile söylemeye göre daha
etkili bir şekilde ifade eder. Oysa dilin yalan söylemesi her zaman
mümkündür.
Bu edep örneklerinin bir başkası da, Musa Peygamberin (a.s)
Firavun'a ve yakın adamlarına yaptığı bedduadır. Bu bedduayı
Kur'ân bize şöyle naklediyor: "Musa dedi ki: Rabbimiz! Sen dünya
hayatında Firavun'a ve adamlarına debdebe ve nice mallar verdin.
Rabbi-miz! Senin yolundan saptırsınlar diye mi? Rabbimiz!
Onların mallarını sil-süpür ve kalplerini şiddetle sık ki, acı azabı
görünceye kadar inanmasınlar. (Allah) dedi ki: İkinizin duası kabul
edildi. Doğruluktan şaşmayın ve bilmezlerin yoluna uymayın."
(Yûnus, 89)
Bu dua Musa ile Harun'un her ikisine aittir. Bu yüzden ona,
"Rabbimiz!"
diye başlandı. Bir sonraki ayetteki,
"İkinizin duası kabul
edildi."
ifadesi bunun delilidir. Musa ile Harun ilk olarak Firavun
ile yakın çevresini oluşturanların mallarına yönelik isteklerini
dile getirip, mallarını silip-süpürmesi, yok etmesi için Allah'a dua
ediyorlar, arkasından da kendilerine beddua ederek kalplerinin
şiddetle sıkılmasını, sıkıca mühürlenmesini yüce Allah'tan
istiyorlar; ta ki acı azabı görünceye kadar inanmasınlar ve böylece
imanları kabul edilmesin.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Rabbinin bazı ayetleri
geldiği gün, daha önce inanmamış veya imanında bir hayır kazanmamış
olan kimseye, artık inanması fayda sağlamaz." (En'âm,
158) Yani, [Musa ile kardeşi Harun şöyle demek istiyorlar:] Onlar
nasıl kullarını yoldan çıkararak imandan mahrum bıraktılar ise,
sen de onları aniden azapla karşı karşıya bırakarak imandan
mahrum bırakmak suretiyle kendilerinden intikam al. Bu, bir kişiye
yapılabilecek en ağır bedduadır. Çünkü bu, daimî bedbahtlık için
yapılan duadır ve bir insan için bundan daha kötü bir şey
düşünülemez.
Beddua hüküm bakımından hayır dua gibi değildir. Çünkü Allah'ın
rahmeti gazabından ileridedir, rahmeti gazabından öne
geçmiştir. Nitekim Musa'ya yönelik bir vahiyde, "Azabıma, dilediğimi
çarptırırım; rahmetim ise her şeyi kapsamıştır." (A'râf, 156)
buyurmuştur. Allah'ın rahmetinin geniş kapsamlı oluşu, zalim de
olsa herhangi bir kulunun kötülüğe ve zarara uğramasından hoşlanmamasını
gerektirir.
Bunun somut delili şudur: Yüce Allah kullarına nimetlerini bol
bol akıtıyor, onların kusurlarını örtüyor, kullarına birbirlerinin cahillikleri
ve aykırı davranışları karşısında yumuşak ve sabırlı bir tutum
takınmalarını emrediyor. Yalnız gerekli bir hakkı sahibine
vermek veya zulmü ortadan kaldırmak söz konusu olduğunda, dinin
veya dine mensup olanların maslahatı gibi gözetilmesi gerekli
olan bir maslahatın, sabırlı ve yumuşak davranmamayı gerektirdiğine
dair kesin bilgileri olduğu takdirde, insanlar sert tutum takınabilirler.
Bunun yanı sıra hayır ve mutluluk tezahürleri, ne kadar ince,
zarif ve ayrıntılara yönelik olursa, insan nefsini o kadar daha çok
etkiler. Bu, Allah tarafından biçimlendirilen insan fıtratının özelliklerindendir.
Fakat kötülük ve bedbahtlık tezahürleri böyle değildir.
İnsan, tabiatı gereği onlara vâkıf olmaktan kaçar. Onların ayrıntılarına
inmek bir yana, asıllarına bile dönüp bakmak istemez. Bu
gerçek, edep açısından beddua ile hayır duanın farklı olmasını gerektirir.
Bu yüzden bedduada gözetilmesi gereken edep kurallarından
biri, bu duanın gerekçelerinin üstü kapalı bir biçimde dile getirilmesidir.
Özellikle utanç verici ve yüz kızartıcı durumlarda bu edep
kurallarına uymak daha çok önem kazanır. Hayır duada ise bunun
tersi geçerlidir. Yani o dualarda, o duanın gerekçelerinin açıkça
belirtilmesi aranır. Musa Peygamber (a.s) bu bedduasında bu edep
kuralını gözetmiştir. Çünkü "Senin yolundan saptırsınlar diye
mi?" şeklinde üstü kapalı bir gerekçeye parmak basmış, Firavunlar
rejiminin iğrenç uygulamalarının ayrıntılarına girmemiştir.
Bedduada gözetilecek bir başka edep kuralı da, yalvarma ve
yardım dileme içerikli ifadelere çokça yer vermektir. Musa Peygamberin
bu edebi de gözettiği görülüyor. Çünkü duasının kısa
olmasına rağmen defalarca "Rabbimiz!" ifadesini kullanıyor.
Bedduada gözetilecek bir diğer edep kuralı da, bunun dinin
veya din mensuplarının lehine olduğu bilinmedikçe yapılmaması,
zanna ve itham mantığına dayanarak beddua edilmemesidir. Musa
Peygamber (a.s) ise Firavun hakkında bilgi sahibi idi. Çünkü
yüce Allah onun hakkında, "Andolsun biz ona (Firavun'a) ayetlerimizin
hepsini gösterdik, yine de yalanladı ve dayattı." (Tâhâ, 56)
buyurmuştur. Denebilir ki: Yüce Allah'ın, Musa ile kardeşine bu
bedduayı kabul ettiğini bildirdiği sırada onlara, "Doğruluktan
şaşmayın ve bilmezlerin yoluna uymayın." şeklinde emir vermesinin
sebebi budur. Yine de doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.
Musa Peygamberin bir başka duası Kur'ân'da şöyle naklediliyor:
"Musa, bizimle buluşma vakti için kavminden yetmiş adam
seçti. Şiddetli sarsıntı onları yakalayınca, Musa dedi ki: 'Rabbim!
Dileseydin onları da, beni de daha önce helâk ederdin. Aramızdaki
beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi helâk eder misin? Bu
(iş), senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini
saptırırsın, dilediğini doğru yola iletirsin. Sen bizim velimizsin; bizi
bağışla, bize acı! Sen bağışlayanların en hayırlısısın. Bize bu
dünyada da, ahi-rette de iyilik yaz. Biz sana yöneldik."
(A'râf, 155-
156)
Musa Peygamber duasına "bizi bağışla..." diye başlıyor. Fakat
içinde bulundukları durum zor bir durumdur. Onları karşı
konulmaz ilâhî öfke ve şiddetli sarsıntı yakalamıştır. Saygınlığı
çiğnenmiş ve yüceliği hafife alınmış öfkeli bir efendiden bir şey istemek,
normal durumdaki bir efendiden bir şey istemek gibi değildir.
Bu yüzden Musa Peygamber (a.s) af ve rahmet dileğine zemin
hazırlamak düşüncesiyle ilâhî öfkeyi dindirmeye öncelik tanıyarak,
"Rabbim! Dileseydin onları da, beni de daha önce helâk
ederdin."
diyor. Sözlerinin akışından anlaşılacağı üzere şöyle demek
istiyor:
"Benim ve onların nefisleri bütünü ile senin güçlü avcunda 4ve
dileğinin emrindedir. Eğer isteseydin bugün nasıl onları yok edip
beni sağ bıraktın ise, daha önce beni de, onları da yok ederdin.
Kavmimin yanına döndüğümde ve onlar tarafından yanımdakileri
öldürmekle suçlandığımda ne diyeceğim? Kavmimin durumunu
sen çok iyi biliyorsun. Bu durum davetimi geçersiz ve çalışmalarımı
etkisiz hâle getirir."
Arkasından, yanındaki yetmiş kişinin helâk edilmesini kendisinin
ve kavminin helâk edilmesi olarak saydığını söyledi; onların
kavminin beyinsizleri olduklarını bu sebeple davranışlarına önem
verilmemesini ifade etti. Daha sonra Rabbinin merhametine sığındı.
Çünkü aralarındaki beyinsizler yüzünden bir kavmi toptan
helâk etmek Allah'ın âdeti değildir. Bu uygulama, insanlar arasında
öteden beri geçerli olan genel bir imtihan uygulamasından
başka bir şey değildir. Allah böylesine imtihanlarla birçoklarını
saptırırken, birçok kişiyi de doğru yola iletir. Sen bu durumu göz
yumma ve örtme ile karşılarsın.
Benim ve hepimizin nefislerimiz senin elinde olduğuna göre,
sen bizi istediğin zaman helâk edebilirsin. Bu olay, bir grubun
sapması ve başkalarının hidayete ermesi ile sonuçlanan senin
genel imtihan sürecinde örneği olmayan bir istisna ve yeni olay
değildir; sonuçta varıp dayandığı nokta senin dileğindir. Dolayısıyla
sen bizim öyle bir velimizsin ki, bütün işlerimiz senin emrinle ve
dileğine göre düzenlenir; o alanda bizim yapabileceğimiz bir şey
yoktur. O hâlde bizim hakkımızda af ve rahmetle hüküm ver! Çünkü
senin sıfatlarından biri bağışlayanların en hayırlısı olmandır. Ve
bize bu dünyada belâlardan uzak, güvenli bir hayat yaz! İlâhî öfkenin
kuşatması altında bulunanların güzel diye niteleyecekleri
hayat budur. Ayrıca bize ahirette affı ve cenneti kapsayan bir güzellik
ihsan eyle!
Musa Peygamberin (a.s), yanındakilerle birlikte sarsıntıya yakalandıkları
ve belânın ortasında kaldıkları bir sırada dile getirdiği
isteğinin akışı ve içeriği işte bunlardan ibaretti. Bak gör, Hz. Musa
kulluk edebini nasıl da güzel gözetiyor, Allah'tan kendilerine nasıl
acımasını istiyor, sürekli rahmet bağışlamasını diliyor, övgüleri ile
ilâhî öfkeyi dindiriyor ve böylece sonunda isteklerini dile getirirken
sözünü etmediği bir dileği karşılanıyor!
Bu dilek, yanındakilerin helâk edildikten sonra tekrar hayata
döndürülmeleri idi. Vahiy yolu ile kendisine verilen bu haber
Kur'ân'da şöyle naklediliyor: "(Allah) dedi ki: Azabıma, dilediğimi
uğratırım; rahmetim her şeyi kaplamıştır. Onu (kötülüklerden)
sakınanlara, zekâtı verenlere ve ayetlerimize inanlara yazacağım."
(A'râf, 156) Musa'nın dileğine cevap olarak, "rahmetim her
şeyi kaplamıştır." dedikten sonra Allah'ın daha ne yapacağı beklenebilir
ki?!
Yüce Allah o kimseleri affettiğini ve Musa Peygamberin (a.s)
isteğine olumlu karşılık vererek helâk etmiş olduğu o kimseleri
tekrar canlandırıp dünyaya döndürdüğünü şöyle açıklıyor: "Hani,
'Ey Musa, Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız." demiştiniz
de derhal sizi yıldırım çarpmıştı; siz de bunu görüyordunuz. Sonra
belki şükredersiniz diye sizi ölümünüzden sonra yeniden dirilttik."
(Bakara, 55-56) Nisâ suresinde de yaklaşık olarak bu ayetlerdeki
bilgi verilmiştir.
Musa Peygamberin duasında gözettiği edeplerden biri, "Onunla
dilediğini saptırırsın..." şeklindeki sözüdür. Burada Allah'a kalben
tenzih ettiği gibi sözle de tenzih etmiş olsun diye, bu durumun
sapıtanların kötü tercihlerinden kaynaklandığını söylemedi. Söylemek
istediği şey, "Allah onunla birçoğunu saptırır ve yine onunla
birçoğunu doğru yola iletir. Onunla sadece fasıkları saptırır."
(Bakara, 26) ayetinde olduğu gibi. Çünkü içinde bulunduğu durum
onu, Allah'ın mut-lak veli olduğunu, her düzenlemenin O'na varıp
dayandığını vurgulamaktan başka şeye değinmekten alıkoymaktaydı.
Bunun yanı sıra içindeki asıl dileği olan yanındakilerin öldürüldükten
sonra tekrar diriltilmeleri isteğini dile getirmedi. Çünkü içinde
bulunduğu korku ve tehlike içiçeren durum, onu sözü uzat-
maktan alıkoydu. Bu isteğe, "Rabbim! Dileseydin onları da, beni
de daha önce helâk ederdin..." sözü ile sadece işaret etmekle yetindi.
Musa Peygamberin (ona selâm olsun) dualarından biri de bu
buluşmanın dönüşünde kavminin buzağıya taptıklarını görmesi
üzerine yaptığı duadır. Yüce Allah bu olayı ona haber vermişti. Bu
hususta yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Levhaları yere attı ve kardeşinin başını tutup kendine doğru
çekmeğe başladı. (Kardeşi,) Anamın oğlu, dedi, bu topluluk beni
horlayıp hırpaladılar. Neredeyse beni öldürüyorlardı. (Ne olur)
düş-manları bana güldürme, beni bu zalim toplulukla bir tutma."
(A'râf, 150) Bunun üzerine kardeşine acıdı ve kardeşi ile kendisinin
zalim topluluklardan ayırt edilmesi için dua ederek şöyle dedi:
"(Musa) dedi ki: 'Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetinin
içine al. Sen merhametlilerin en merhametlisisin."
(A'râf, 151)
Kendisi ile kardeşinin ayırt edilerek ilâhî rahmetin şemsiyesi
altına alınmalarını istemesinin sebebi, soydaşlarının bu zulümleri
yüzünden ilâhî gazaba uğrayacaklarını bilmesi idi. Nitekim yüce
Allah bu duanın hemen arkasından bunu şöyle açıkladı: "Buzağıyı
ilâh edinenlere, muhakkak Rablerinden bir öfke ve dünya hayatında
bir zillet ulaşacaktır." (A'râf, 152) Daha önceki açıklamalarımız,
onun sözlerinde değişik edep kurallarını gözettiğini ortaya
koyar.
Musa Peygamberin (a.s) bir başka duasını Kur'ân bize şöyle
naklediyor: "Musa, 'Rabbim! Ben kendimden başkasına malik
değilim; kardeşim de (öyle). O hâlde bizimle, o yoldan çıkmış toplumun
arasını ayır.' dedi." (Mâide, 25) Beddua anlamında olan bu
duayı, kavmine kutsal topraklara girmelerini emrettiğinde, "Ey
Musa! Onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. O hâlde
sen ve Rabbin gidin, savaşın; biz burada oturacağız." (Mâide,
24) diye verdikleri cevap üzerine yapmıştır.
Hz. Musa (a.s) bu duada güzel edebin örneğini veriyor. Çünkü
ilk emri gayet küstahça reddedildikten sonra ikinci kez ilâhî emri
onlara iletmek istemediğini, "Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden
başkasına malik değilim." diyerek kinaye şeklinde ifade
ediyor. Yani senin verdiğin emirlere sadece ben ve kardeşim uyu-
yoruz. Onlar beni o kadar küstahça reddettiler ki, artık onlardan
ümidimi kestim. Bu yüzden senin emrini onlara iletmek ve toplumlarını
iyiliğe yöneltmek istemiyorum.
Kendine ve kardeşine malik olmayı şahsına izafe etmesinin
[yani kendisine ve kardeşine kendisinin malik olduğunu ifade etmesinin]
se-bebi, bu malikiyetten kastının itaat etme olmasıdır.
Yoksa eğer maksadı tekvinî anlamdaki malikiyet olsaydı, bu malikiyetin
gerçek anlamda Allah'a ait olduğunu, kendisinin ise ancak
Allah'ın kendisine bağışladığı kadarıyla bundan bir nasibi olduğunu
ifade etmeden onu şahsına izafe etmezdi. Bu isteksizliğini
ve olumlu karşılık verebilecekleri konusundaki ümitsizliğini
Rabbine arz ettikten sonra onlarla ilgili hükmü Allah'a havale ederek
şöyle diyor: "O hâlde bizimle, o yoldan çıkmış toplumun arasını
ayır."
Şuayb Peygamberin (a.s) kavmine yaptığı şu beddua da bu
kabildendir: "Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hükmet.
Sen hükmedenlerin en hayırlısısın." (A'râf, 89)
Şuayb Peygamber, kavmine yönelik çağrısının başarısından
ümit kestikten sonra ilâhî vaadin yerine getirilmesini ve kavmi ile
arasındaki anlaşmazlığın hak uyarınca çözülmesini, adaletle
hükmedilmesini istiyor. Kastettiği ilâhî vaat şudur: "Her ümmetin
bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği zaman, aralarında
adaletle hükmedilir, onlara asla zulmedilmez." (Yûnus, 47)
Şuayb Peygamber "aramızda hüküm ver." diyerek müminleri
ken-disi ile birleştiriyor. Çünkü kavminin kâfirleri şu sözleri ile onu
ve müminleri birlikte tehdit etmişlerdi: "Ey Şuayb! Seni ve seninle
birlikte inananları şehrimizden kesinlikle çıkaracağız veya dinimize
döneceksiniz." (A'râf, 88) İşte bu yüzden Şuayb müminleri
kendi yanında mütalaa ederek kavmini davranışları ile baş başa
bıraktı ve "Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında... hükmet..." diyerek
işlerini Allah'a havale etti.
Şuayb Peygamber duasında Allah'ın, "hükmedenlerin en hayırlısı"
ismine sığındı. Çünkü daha önce belirtildiği gibi duanın
metnine uygun bir ilâhî sıfata sığınmak, [Allah'ı o sıfatına] ant
verme [ve o sıfatı aracı kılarak O'ndan bir istekte bulunma] anlamına
gelen etkili bir teyittir. Bu ifade Musa Peygamberin (a.s) yu-
karıda naklettiğimiz, "Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden
başkasına malik değilim. O hâlde bizimle, o yoldan çıkmış toplumun
arasını ayır." şeklindeki sözünden farklıdır. Çünkü yukarıda
belirttiğimiz gibi o dua, aslında dua değildi; çağrı yapmaktan vazgeçmeyi
ve işi Allah'a havale etmeyi amaçlayan bir ifade idi. Bu
yüzden ant vermeyi gerektirmiyordu. Oysa Şuayb Peygamberin ifadesi
böyle değildir.
Bu tür duaların bir başka örneği de Davud ile Süleyman Peygamberlerin
(ikisine de selâm olsun) Kur'ân'da nakledilen şu dualarıdır:
"Andolsun biz, Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik. Onlar
da, 'Bizi mümin kullarının birçoğuna üstün kılan Allah'a
hamdolsun.' dediler."
(Neml, 15)
Bu iki peygamberin hamdetmede, şükretmede ve sahibi oldukları
ilmî üstünlüğü Rablerine izafe etmede gözettikleri edep
açıktır. Başka bazıları gibi konuşmuyorlar. Meselâ Karun'a, kendisine
ve servetine güvenerek kavmine karşı gururlanmaması yolunda
öğüt verildiğinde, "Bu (servet) bende bulunan bir bilgi sayesinde
bana verildi." (Kasas, 78) demişti. Başka bir kavim hakkında
da yüce Allah şöyle buyuruyor: "Peygamberleri onlara açık kanıtlar
getirince, onlar kendilerinde bulunan bilgi ile sevinip övündüler.
Sonunda alaya aldıkları şey ken-dilerini kuşatıverdi." (Mü'min,
83)
Allah onları birçok mümine üstün kıldı gerekçesi ile
hamdetmele-rinin sakıncası yoktur. Çünkü bu davranış, özel bir
nimeti anmak ve realiteyi ifade etmektir. Yoksa Allah'ın kullarına
karşı büyüklük taslamak değil ki, kötü görülsün. Nitekim yüce Allah
bir bölük müminin üstünlük isteğini ve yüksek karakterleri ve
yüce gayretleri gerekçesi ile onları övdüğünü şöyle ifade ediyor:
"Rabbimiz! Bize gözümüzün aydınlığı olacak eşler ve çocuklar
bağışla ve bizi (kötülüklerden) sakınanlara önder yap."
(Furkan, 74)
Süleyman Peygamberin (a.s) karınca hikâyesi ile ilgili olarak
nakledilen şu sözleri de bu kabildendir: "Karınca vadisine geldikleri
zaman bir karınca, 'Ey karıncalar, dedi, yuvanıza girin ki Süleyman
ve ordusu farkında olmayarak sizi ezmesin.' (Süleyman)
onun sözünden dolayı gülümsedi ve dedi ki: 'Rabbim! Bana ve
ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın iyi
işler yapmamı gönlüme ilham et ve rahmetinle beni iyi kullarının
arasına kat." (Neml, 18-19)
Karınca, Süleyman Peygambere sahibi olduğu büyük egemenliği
hatırlattı. O egemenlik ki, temelleri rüzgarın ve cinlerin emrine
sunulması ile pekişmişti. Rüzgarlar emri uyarınca esiyor ve cinler
istediği işleri yapıyorlar. Bunların yanı sıra kuşların dilini de biliyor.
Yalnız bu egemenliği, bizlerde olduğu gibi insanın varabileceği en
yüce özlem şeklinde görmüyor, gözünde öyle canlanmıyor ve bu
ihtişam ona kulluk sıfatını, Rabbi karşısındaki zavallılığını
unutturmuyor. Tersine bu muhteşem egemenliği, Rabbinin kendisine
bağışladığı bir nimet olarak algılıyor. Dolayısıyla da [karıncanın
sözlerinden] Rabbini, kendisine ve ana-babasına özel olarak
sunulan nimetleri hatırlıyor ve onları dile getiriyor. İşte bu tutum,
onun gibi bir peygamberin (ona selâm olsun) bu durumda takınabileceği
en üstün edep örneğidir.
Ayette görüldüğü gibi Hz. Süleyman burada, Allah'ın kendisine
sunduğu nimeti andı. Gerçi ona verilen nimetler çoktur ama, bu
noktada ön plânda gördüğü nimet o büyük egemenlik ve ezici saltanattır.
Bundan dolayı iyi işler yapmayı hatırladı ve Rabbinden
kendisini iyi işler yapmaya muvaffak kılmasını, gönlüne iyi işler
yapmayı ilham etmesini istedi. Çünkü mülk (egemenlik, hükümdarlık)
tahtında oturan kişiden en çok beklenen şey iyi işler yapmak
ve güzel bir tutum sergilemektir.
Bütün bunlardan dolayı Rabbinden ilk olarak kendisini nimetlerine
karşı şükretmeye, ikinci olarak da iyi işler yapmaya muvaffak
etmesini istedi. İyi iş yapma dileği ile yetinmeyerek iyi işi
"hoşnut olacağın"
kaydı ile kayıtlandırdı. Çünkü o her işinde
Rabbini göz önünde bulunduran bir kuldur ve iyi işleri sırf Rabbinin
rızasını kazanmak için istemektedir. Arkasından, "ve rahmetinle
beni iyi kullarının arasına kat." diyerek iyi işlerle ilgili başarı dileğini
özde iyi olma dileği ile perçinlemiştir.
Bu tür duaların bir başka örneği Yunus Peygamberin (a.s)
kendisini yutan balığın karnındayken yaptığı ve bize Allah tarafından
nakledilen şu duadır: "Zünnun'u (Yunus'u) da (an); hani o öfkeli
hâlde (yurdundan) gitmişti, bizim asla sıkıştırmayacağımızı
sanmıştı. Nihayet karanlıklar içinde, 'Senden başka tanrı yoktur,
sen (noksanlıklardan) münezzehsin; gerçekten ben zalimlerden
oldum.' diye seslendi." (Enbiyâ, 87)
Kur'ân'ın bize anlattığına göre Yunus Peygamber (ona selâm
olsun), Rabbinden kavminin azaba çarptırılmasını istemişti. Allah
da onun bu isteğini kabul etti ve bunu Yunus Peygamber kavmine
haber verdi. Fakat azap gelmek üzereyken Rablerine tövbe ettikleri
için Allah tarafından azapları kaldırıldı. Yunus Peygamber bunu
görünce, kavmini terk ederek bir yolculuğa çıktı. Yolculuğu sırasında
bir gemiye bindi. Geminin yolunu bir balık kesti. Yolcular,
aralarından birini denize atmaya karar verdiler. Balık bu adamı
yutacak ve diğerleri kurtulacaklardı. Bu yolcu kur'a ile belirlenecekti.
Çekilen kur'ada Yunus Peygamberin adı çıktı ve denize atıldı,
böylece balık tarafından yutuldu. Yunus Peygamber balığın
karnında iken sürekli biçimde Allah'ı tesbih ediyordu. Sonunda Allah'ın
emri üzerine balık Yunus Peygamberi sahile attı.
Bu olay Allah'ın Yunus Peygambere yönelik bir ders vermesi
idi. Yüce Allah, değişik hâllerinin gerekleri uyarınca peygamberlerine
ders verir. Nitekim şöyle buyuruyor: "Eğer Allah'ı tesbih edenlerden
olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında
kalırdı." (Sâffât, 143-144)
Yunus Peygamberin, kavmi ile ilgilenmeyi bırakıp amaçsız bir
yolculuğa çıkması, Rabbinin bir tasarrufunu yadırgayan, bu yüzden
Rabbine kızarak O'ndan kaçan, hizmetini ve kulluk görevini
terk eden bir kulun durumunu temsil ediyordu. Bu durum Allah'ın
hoşuna gitmediği için imtihana tâbi tutarak ona bir ders verdi, onu
edeplendirdi. Onu öyle daracık bir zindana attı ki, onun katmerli
karanlıklarında parmak ucu kadar bir genişlik bulamadı. Bunun
üzerine bu karanlıklar içinde, "Senden başka tanrı yoktur, sen
(noksanlıklardan) münezzehsin; gerçekten ben zalimlerden oldum."
diye seslendi.
Bu olup bitenlerin tek gayesi, durumunun temsil ettiğinden
farklı bir durumun ortaya çıkmasıydı. Bu farklı durum, şu gerçeği
ortaya koymak içindi: Yüce Allah onu yakalayıp istediği yerde
hapsetmeye kadirdir; ona dilediğini yapabilir. O hâlde Allah'tan
kaçıp sığınılabilecek tek yer yine Allah'ın kendisidir. Bu yüzden balığın
karnındaki o hâli, ona Allah'ın kendinden başkası olmayan
tek mabut olduğunu ve O'na kulluk etmenin kaçınılmaz olduğunu
kabul etmeyi telkin etti ve bu idrakle "Senden başka tanrı yok
tur." dedi. Allah'a, Rablık sıfatını anarak [yani "Rabbim!" diyerek]
seslenmedi. Bu dua, peygamberlerin (hepsine selâm olsun) duaları
içinde "Rabb" ismi ile başlamayan tek duadır.
Sonra yüce Allah'ın, kavmini kendilerine indirdiği azap ile yok
etmemesi üzerine onları terk etmesi ile ilgili hâlini hatırladı. Zalim
olduğunu itiraf etti ve Allah'ın her türlü zulümden ve noksanlıktan
münezzeh olduğunu belirtmek üzere, "sen (noksanlıklardan) münezzehsin,
gerçekten ben zalimlerden oldum." dedi.
Eski kulluk konumuna dönmekten ibaret olan isteğini dile getirmedi.
Çünkü o kadar utanca gömülmüştü ki, kendini lütuf istemeye
ve lütuf hak etmeye lâyık görmüyordu. Böyle bir isteğinin
varlığının delili ise, bir önceki ayeti izleyen şu ayettir: "Biz de onun
duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık." (Enbiyâ, 88)
Söz konusu isteğinin, daha önceki kulluk makamına dönmek
olduğunun delili ise şu ayettir: "Onu hasta bir hâlde ağaçsız, çıplak
bir yere attık. Üzerine kabak türünden bir ağaç bitirdik. Onu
yüz bin veya daha fazla insana peygamber gönderdik. Onlar ona
inandılar, diz de onları bir süreye kadar geçindirdik." (Sâffât, 145-
148)
Eyyub Peygamberin (a.s) yatalak bir hasta olduktan, malını ve
çocuklarını kaybettikten sonra yapmış olduğu şu dua da bu kabildendir:
"Eyyub'u da (an); hani o, 'Başıma dert geldi ve sen merhametlilerin
en merhametlisisin.' diye Rabbine seslenmişti."
(Enbiyâ,
83)
Daha önceki açıklamalarımızla bu duada gözetilen edep kuralları
açıklık kazanmaktadır. Eyyub Peygamber, daha önce incelediğimiz
Âdem, Nuh, Musa ve Yunus Peygamberlerin (hepsine selâm
olsun) dualarında olduğu gibi isteğini açıkça dile getirmiyor.
Nefsini arka plâna atmak ve kişisel problemini önemsiz gördüğünü
belirtmek için böyle davranıyor. Daha önce gördüğümüz ve ileride
göreceğimiz üzere peygamberler, bu isteklerinin hiçbirinde
nefislerinin arzularına uymamakla birlikte dünya konuları ile ilgili
dualarında isteklerini açıkça ifade etmezler.
Eyyup Peygamberin, isteğini açıkça dile getirmemesinin bir
başka açıdan başka bir nedeni de vardır. O da şu ki: Sıkıntıya
düşmek gibi istekte bulunmaya yol açan sebebi zikretmek, bunun
yanı sıra "merhametlilerin en merhametlisi" olmak gibi isteğe
muhatap merciin istekte bulunanı istekte bulunmaya özendiren
sıfatını dile getirip isteğin kendisini açıkça söylememek, ihtiyacın
belirtilmesinin gerekli olmadığını en etkili bir şekilde ifade ediyor.
Çünkü bu durumda eğer ihtiyacın ne olduğu açıkça söylense, sözü
edilen sebeplerin, merhametlilerin en merhametlisi olan Allah'ın
merhametini harekete geçirmeye yetmediği ve bu yüzden açık bir
dille desteklenmesine, sözle düşündürülmeye ihtiyaç duyulduğu
sanılır.
Bu tür duaların bir başka örneği, Hz. Zekeriyya'nın (a.s)
Kur'ân'da nakledilen şu duasıdır: "(Bu,) Rabbinin, kulu
Zekeriyya'ya yönelik rahmetinin anılmasıdır. Hani o, Rabbine gizli
bir sesle yalvarmıştı. Rabbim, demişti, kemiklerim gevşedi ve
baş, yaşlılık aleviyle tutuştu; ben sana dua etmekle mutsuz olmadım.
Doğrusu ben, arkamdan gelecek olan yakınlarım adına
korkuya kapıldım, benim karım da bir kısır kadındır. Artık bana
kendi katından bir yardımcı (oğul) armağan et. Bu oğul benim ve
Yakub oğullarının mirasını sürdürsün. Rab-bim, onu sevimli bir
kişi yap." (Meryem, 2-6)
Zekeriyya Peygamberi Rabbinden bir erkek evlât istemeye özendiren
faktör, İmran kızı Meryem'de müşahede ettiği züht ve ibadet
ile Allah'ın ona ikram ettiği kulluk edebi ve ona kendi katından
lütfettiği rızk verme ayrıcalığı idi. Yüce Allah Âl-i İmrân suresinde
bu olayı şöyle anlatıyor: "Zekeriyya'yı da onun (Meryem-
'in) bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyya onun yanına, mihraba her
girişinde onun yanında bir rızk bulurdu. 'Ey Meryem, bu sana nereden
(geliyor)?' deyince, 'Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah
dilediğine hesapsız (karşılıksız) rızk verir.' derdi. Orada Zekeriyya
Rabbine dua etti, 'Rabbim, bana katından tertemiz bir soy armağan
et. Doğrusu sen duaları işitensin.' dedi." (Âl-i İmrân, 37-38)
Zekeriyya Peygamberi temiz bir evlâda yönelik şiddetli bir arzu
sardı. Böylece nasıl ki Meryem, babası İmran'a vâris olup olanca
gücü ile Allah'a ibadet ederek O'nun katından bir keramete erdi
ise, o evlât da kendisinin yerine geçecek, vârisi olacak ve
Rabbine, O'nun hoşnutluğunu kazanacak şekilde ibadet edecekti.
Fakat diğer taraftan yaşı oldukça ilerlemiş ve güçten düşmüştü.
Eşi de öyle idi. Ayrıca çocuk doğuracak döneminde bile kısırdı. Bu
yüzden Allah'ın rızasını kazanacak temiz bir evlât sahibi olma nimetinden
mahrum olmanın hasretinin içini ne kadar yaktığını ancak
Allah bilirdi.
Fakat içi öylesine güçlü bir ilâhî hamiyetle, öylesine coşkun bir
ilâhî güvenle dolu idi ki, Rabbine yönelip ilâhî merhameti ve şefkati
harekete geçirecek hâlini ona arz etmekten kendini alamadı.
Çünkü o, çocukluğundan beri sürekli olarak kulluk kapısına ve dileklerini
sadece O'nun dergâhına sunmaya bağlı idi. Kemiklerini
bu uğurda yıpratmış ve başı, yaşlılık aleviyle tutuşmuştu [saçlarını
bu uğurda ağartmıştı], Rabbine dua etmekle de hiçbir zaman
mutsuz olmamıştı. O, Rabbini duaları işitici olarak bulmuştu; şimdi
de duasını işitip ona kendisini hoşnut edici bir mirasçı verse
olmaz mıydı?
Zekeriyya Peygamberin bu isteğini coşkun bir heyecan ve hüzün
içinde dile getirdiğin delili, kendisine Allah tarafından isteğinin
kabul edildiği bildirildikten sonra Kur'ân'da nakledilen şu sözleridir:
"Zekeriyya dedi ki: 'Benim nasıl oğlum olabilir ki, eşim çocuktan
kesildi ve ben ileri derecede yaşlıyım?' Ona gelen melek,
İşte böyle, dedi, Rab-bin dedi ki: Bu benim için kolaydır, daha önce
hiçbir şey değil iken, seni yaratmıştım."
(Meryem, 8-9)
Açıkça görülüyor ki, Zekeriyya Peygamber (a.s) isteğinin kabul
edildiğini işitince, kendine geldi ve gerek isteğinin, gerekse isteğinin
kabul edilişinin garipliği karşısında şaşkınlığa uğradı. Bu şaşkınlıkla
Rabbine bu uzak ve garip işin nasıl mümkün olabileceğini
sormuş ve bunun için bir belirti istemiş, bu belirti de ona gösterilmişti.
Her neyse. Zekeriyya Peygamberin bu duada gözettiği edep,
onu bu duayı yapmaya sevk eden şevkten ve hüzünden kaynaklanmıştır.
Bundan dolayı duasını yapmadan önce Allah yolundaki
istikrarlı ilerleyişini dile getirdi. Şöyle ki, bütün ömrünü Allah'a yönelme
ve O'na dua etme, her şeyi O'ndan isteme yolunda geçirmişti.
Nihayet her merhametli gözlemcinin kalbini yumuşatacak
bir noktaya vardı. İşte bu noktadan sonra Rabbinden bir erkek evlât
istedi ve bu isteğini Rabbinin duaları işitici olması gerekçesine
dayandırdı.
İşte isteğini dile getirmeden önceki sözlerinin anlamı budur.
Yoksa böyle demekle, uzun zamandır yaptığı ibadetleri Rabbine
karşı bir minnet olarak göstermek istemiyor. (Peygamberlerlik
makamı böyle bir davranıştan münezzehtir.) Dolayısıyla Âl-i İmrân
suresinde yer alan, "Rabbim, bana katından tertemiz bir soy armağan
et. Şüphesiz sen duaları işitensin." (Âl-i İmrân, 38) şeklindeki
sözlerinin anlamı şudur: Ben bu dileğimi, uzun süredir yaptığım
ibadetin senin katında bir değeri olduğu için veya bu ibadetten dolayı
bana bir minnet borcun olduğunu düşünerek sana
yöneltmiyorum. Ben senin, kullarının duasını işittiğini ve darda kalanların
isteklerine olumlu karşılık verdiğini gördüğüm için senden
istekte bulunuyorum. Arkamdan gelecek yakınlarım adına korkuya
kapılmam ve sana ibadet edecek temiz bir soya şiddetle müştak
olmam, beni senden böyle bir dilekte bulunmama zorladı.
Yukarıda söylediğimiz gibi Zekeriyya Peygamberin bu duasında
gözettiği bir edep kuralı da, arkasından gelecek yakınlarıyla ilgili
endişesine, "Rabbim, o evlâdı razı olunmuş kıl." (Meryem, 6)
şeklinde sözlerini eklemesidir. Rıza her ne kadar doğal olarak onu
taşıyan kimsede sabit bir sıfat olduğuna delâlet ediyorsa ve mutlak
hâli ile Allah'ın rızasını, Zekeriyya'nın rızasını, Yahya'nın rızasını
hep birlikte kapsıyorsa da, Âl-i İmrân suresindeki "hoşa giden
bir soy" (Âl-i İmrân, 38) ifadesi, bu evlâdın razı olunmuş olmasından
kastedilenin, Zekeriyya-nın yanında razı olunmuş olması olduğuna
delâlet eder. Çünkü evlâtlar, ancak sahipleri için hoşa giden olurlar.
Bu duaların bir başka örneği, İsa Peygamberin gökten sofra
indirilmesini istediğinde yaptığı, bize nakledilen şu duadır: "Meryem
oğlu İsa şöyle dedi: Allah'ım, ey Rabbimiz! Bize gökten bir
sofra indir ki, (bugün) hem öncekilerimiz, hem de sonrakilerimiz
için bir bayram ve senden bir mucize olsun. Bize rızk ver. Sen rızk
verenlerin en hayırlısısın." (Mâide, 114)
Havarîlerin İsa Peygambere (ona selâm olsun) yönelik gökten
sofra indirilmesine ilişkin Allah'ın kelâmında yer alan isteklerinin
söz akışı, bu isteğin onun için en zor isteklerinden biri olduğunu
gösterir. Çünkü havarîler bu isteği, "Senin Rabbin bize gökten bir
sofra indirebilir mi?" şeklinde dile getirdiler. Bu sözler ilk önce,
görünüşte Allah'ın gücünden kuşku duyma anlamı içeriyor. Bu
kuşku ise kulluk edebi ile bağdaşmaz. Gerçi havarîlerin sorusunun
maksadı gücün kendisi değil, böyle bir şeyin uygun ve yerinde olup
olmadığıdır, ama yine de ifadenin kabalığı tartışılmaz.
İkinci olarak havarîler, her yanları İsa Peygamberin (ona selâm
olsun) mucizeleri ile sarılmış olduğu hâlde yeni bir mucize
istiyorlardı. Her şeyden önce onun kendisi bir mucize idi. Beşikteyken
konuşabilmesi bir mucize idi. Ölüleri diriltmesi, kuşları yaratması,
anadan doğma körleri ve alacalıları iyileştirmesi, gaybten
haber vermesi, Tevrat'ı, İncil'i, Kitab'ı ve hikmeti bilmesi, bütün
bunlar hiçbir şüpheciye şüphe yeri bırakmayacak açıklıkta ilâhî
mucizelerdi. İşte bütün bunlara rağmen kendileri için bir mucize
seçerek bunun gerçekleşmesini istemeleri, görünüşte Allah'ın
mucizelerini oyuncak hâline getirmek, [Allah'ın yüceliğini hafife
alarak] O'nun yüce zatıyla oynamak anlamına geliyordu. Nitekim
bundan dolayı İsa Peygamber, "Eğer mümin iseniz, Allah'tan korkun."
diyerek onları azarlamıştı.
Fakat buna rağmen havarîler, "İstiyoruz ki, ondan yiyelim,
kalplerimiz sakinleşsin, bize (Rabbinden tebliğ ettiğin hususlarda)
doğru söylediğini kesin olarak bilelim ve buna (dünya ve kıyamette)
tanıklık edenlerden olalım." diyerek ısrarlarını sürdürdüler
ve İsa Peygamberi bu dilekte bulunmaya yönelttiler. O da bu
yüzden bu dileği yöneltmek durumunda kaldı.
Hz. İsa (a.s) ise Allah'ın bağışladığı edep sayesinde havarîlerin
is-teğini düzelterek yüce Allah'a sunulacak hâle getirdi. Bunun için
ilk önce, bunun kendisi ve ümmeti için bir bayram olmasını dile
getirdi. Çünkü bu mucize, diğer peygamberlerce (hepsine selâm
olsun) gösterilen mucizeler arasında benzeri olmayan yeni bir
şeydi. Çünkü diğer peygamberlerin gösterdikleri mucizeler ya susturucu
delil olmaları için veya indirilmelerine ümmetin ihtiyaç
duyduğu için indirilmişti. Oysa bu mucize bu niteliklerin hiçbirini
taşımıyordu.
İkinci olarak, "senden bir mucize olsun." diyerek havarîlerin
sıraladıkları kalplerinin güven bulması, doğru söylediğini bilmeleri
ve olaya tanık olma gibi bu mucizeden beklenen faydaları özetlemiştir.
Üçüncü bir edep örneği olarak da havarîlerin, "İstiyoruz ki, on
dan yiyelim" şeklindeki ifadelerinde ön sıraya koydukları yemek
yeme amacını arka sıraya attı, ayrıca "Bize rızk ver." diyerek bu
amacı edebe uygun bir kılığa büründürdü, arkasından da "Sen rızk
verenlerin en hayırlısısın." diyerek bir yandan isteğini teyit ederken,
öbür yandan yüce Allah'a övgü sunmuş oldu.
Bunların yanı sıra Allah'a seslenişe "Allah'ım, ey Rabbim!"
seslenişleriyle (nidalarıyla) başlayarak, diğer peygamberlerin dualarında
rastlanan "Rabbim" veya "Rabbimiz" ifadelerine bir de "Allah'ım"
ifadesini ekledi. Daha önce söylediğimiz gibi durumunun
zorluğundan dolayı bu eklemeyi yaptı.
Bu edebin bir başka örneği, Kur'ân'da nakledilen İsa Peygamberin
Rabbi ile arasındaki şu konuşmadır: "Hani Allah dedi ki: 'Ey
Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara, Allah'tan başka beni ve annemi
de iki tanrı edinin, dedin?' İsa şöyle dedi: Hâşâ, sen (her türlü
noksanlıktan) yücesin. Gerçek olmadığını bildiğim bir sözü söylemeye
benim hakkım yoktur. Eğer böyle bir şey söyleseydim sen
mutlaka onu bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, fakat ben senin
özündekini bilemem. Çünkü gaypleri yalnız sen bilirsin. Ben
onlara, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, diye senin
bana emrettiğinden başka bir şey söylemedim. Aralarında olduğum
sürece üzerlerinde gözetleyici oldum. Fakat beni tam olarak
(onların içinden) alınca, onların (amellerinin) tek koruyucusu sen
oldun. Ve sen her şeyin şahidisin. Eğer onları azaba çarptırırsan
onlar senin kullarındır. Eğer günahlarını affedersen şüphe yok ki,
sen izzet ve hikmet sahibisin." (Mâide, 116-118)
İsa Peygamberin (a.s) bu sözlerinde gözettiği birinci edep kuralı,
sözlerine başlarken yüce Allah'ı şanına yakışmayan noksanlıklardan
tenzih etmesidir. Tıpkı şu ayette yüce Allah'ın bizzat
kendisinin yaptığı gibi: "Rahman olan Allah evlât edindi dediler.
Hâşâ!" (Enbiyâ, 26)
Onun gözettiği ikinci edep kuralı şudur: Kendini, böyle bir söz
söylemesi sanılamayacak derecede küçük ve aşağı olarak takdim
ediyor ve bu yüzden böyle bir sözü söylediğini reddetmesine bile
gerek görmüyor. Bu düşünce ile başından sonuna kadar sözlerinin
hiçbir yerinde "söylemedim" veya "yapmadım" demiyor, bunun yerine
böyle bir sözü arka arkaya kinaye yolu ile ve üstü kapalı bir
biçimde reddederek, "Gerçek olmadığını bildiğim bir sözü söyle
meye benim hakkım yoktur." diyor ve o sözün sebebini reddetmekle
sözü söylediğini reddetmiş oluyor. Yani, benim bu gibi söz
söylemeye hakkım yoktur; dolayısıyla böyle büyük bir sözü ağzıma
almam imkânsızdır. Arkasından, "Eğer böyle bir şey söyleseydim
sen mutlaka onu bilirdin." diyerek öyle bir söz söylemeyi, kaçınılmaz
sonucu ile reddediyor. Yani, eğer ben böyle bir söz söylemiş
olsaydım, bunun kaçınılmaz sonucu, senin bunu bilmendi. Çünkü
senin ilmin beni ve bütün gaybı kuşatmıştır.
Daha sonra, "Ben onlara, 'Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah-
'a kulluk edin' diye senin bana emrettiğinden başka bir şey söylemedim."
diyor. Böylece öyle bir söz söylemediğini, zıddını ortaya
koyarak, hasr edatı olan "mâ" ve "illâ" kelimeleri sayesinde pekiştirmeli
bir dille reddediyor. Yani: "Evet, ben onlara bir söz söyledim.
Ama bu söz senin bana emrettiğin mesajdan ibarettir ki, o
da, 'Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.' mesajıdır.
Böyle dedikten sonra beni ve annemi Allah'ın yanında ilâh edinmelerini
nasıl söyleyebilirdim?"
Arkasından da, "Aralarında olduğum sürece üzerlerinde gözetleyici
oldum. Fakat beni tam olarak (onların içinden) alınca,
onların (amellerinin) tek koruyucusu sen oldun." diyor. Bu sözler,
onun "senin bana emrettiğinden başka bir şey söylemedim." şeklindeki
sözlerini tamamlayan bir reddiye niteliğindedir. Çünkü bu
sözlerin anlamı şudur: Bana atfedilen sözlerin hiçbirini ben onlara
söylemedim. Onlara söylediklerim, senin emrettiklerindir. Bunlar
da, "Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin." mesajıdır.
Bu mesaj dışında bana bir emir verilmedi. Aralarında kaldığım sürece
onlarla tek ilişkim şahitlik ve denetlemedir. Canımı alınca onlardan
koptum. Artık onların tek gözetleyicisi ve şahidi sen oldun.
Senin bu şahitliğin sürekli ve geneldir. Canımı almadan önceki ve
sonraki bütün zamanları kapsadığı gibi onları ve diğer her şeyi de
kapsar.
Söz bu noktaya gelince İsa Peygamber (a.s) bu sözleri, şimdiye
kadar dile getirdiği şekilleri tamamlayacak nitelikte olan bir
başka şekilde reddediyor. Kesin bir ret niteliği taşıyan bu ifade,
"Eğer onları azaba çarptırırsan onlar senin kullarındır..."
şeklindedir.
İsa Peygamber (a.s) -cümlelerin akışının teyit ettiğine göreşöyle
diyor: Durum anlattığım gibi olunca, artık ne benim onlarla
ve ne onların benimle bir ilişkisi vardır, sen ve kulların baş
başasınız. Eğer onları azaba çarptırırsan onlar senin kullarındır.
Efendi ve Rab, emrine karşı çıkan, O'na ortak koşan kölelerini azaba
çarptırmaya yetkilidir ve onlar böyle bir azaba müstahaktırlar.
Eğer onları affedersen, hiç kimse seni kınayamaz. Çünkü sen
azizsin, kimse sana üstün gelemez; hikmet sahibisin, yaptığın hiçbir
iş yersiz ve boş olmaz, her zaman en uygun olanı yaparsın.
Bu açıklamalarımızda İsa Peygamberin (a.s) sözlerindeki kulluk
edebinin ince örnekleri ortaya çıkıyor. Sözlerinin her cümlesini,
en etkili bir üslûpla ve en sadık dille ifade etmiş, en güzel övgülerle
donatmıştır.
Bu dualardan biri de Peygamberimizin yaptığı duadır. Kendisi
ile birlikte müminleri de zikrettiği bu duayı Kur'ân bize şöyle naklediyor:
"Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene inandı,
müminler de. Tümü Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine
inandı. O'nun el-çileri arasında hiçbirini ayırt etmeyiz (dediler). Ve
dediler ki: İşittik ve itaat ettik. (Günahlarımızı) bağışlamanı dileriz,
ey Rabbimiz! Varış ancak sanadır. Allah hiç kimseye güç yetirebileceğinden
başkasını yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik
kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. Rabbimiz! Unutur
ya da yanılırsak, bizi sorumlu tutma. Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere
yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz! Bize gücümüzün
yetmeyeceği yükü taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bize acı.
Sen bizim mevlâmızsın; öyleyse kâfir top-luluğuna karşı bize yardım
et."
(Bakara, 285-286)
Görüldüğü gibi, yüce Allah bu ayetlerde Peygamberimizin
(s.a.a) Kur'ân'ın içerdiği bilgilere ve hükümlere bir bütün olarak
inandığını naklediyor. Arkasından müminleri de Peygamberin
(s.a.a) yanına koyuyor. Bu müminlerden kasıt sadece Peygamberimizin
(s.a.a) çevresinde bulunan o günkü müminler değil, ayetlerin
akışından anlaşıldığı üzere bu ümmete mensup bütün müminlerdir.
Bu durumun gerektirdiği sonuç şudur: Bu ayetlerde zikredilen
ikrarlar, övgüler ve dualar bir bölüm müminler tarafından hâl dili
ile söylenmiş olarak naklediliyor. Gerçi müminlerin diğer bir bölümünün
bu ifadeleri kendi dilleri ile söylemiş olmaları mümkündür.
Veya Peygamberimiz (s.a.a) bu ifadeleri hem kendisi, hem de
müminler adına doğrudan Rabbine söylemiş olabilir. Çünkü müminler
iman etmekle Peygamberimizin temiz ve mübarek nefsinin
ağacının dalları olmuşlardır.
Bu iki ayetin içeriğinde, Ehlikitap ile bu ümmetin müminlerinin,
Allah'ın kutsal kitaplarında yer alan mesajları karşısındaki tutumlarının
birbirleri ile karşılaştırıldığı söylenebilir. Başka bir ifadeyle
bu iki kesim, kendilerine indirilen kutsal kitap karşısında
takındıkları kulluk edebi bakımından birbirleri ile karşılaştırılıyorlar.
Bunu şundan anlıyoruz: Yüce Allah bu iki ayette bu ümmetin
mensuplarını överken ve onların yükümlülüklerini hafif tuttuğunu
ima ederken, surenin daha önceki ayetlerinde Ehlikitab'ı azarlamakta,
hatta kınamaktadır.
Dolayısıyla buradaki övgüler tamamıyla oradaki yergilerin
karşısında yer almıştır. Şöyle ki, Bakara suresinde söz konusu edilen
önceki ayetlerde Ehlikitab'ın melekler arasında ayırım yaparak
Cebrail'den nefret edip diğer melekleri sevdikleri belirtilmiştir. Aynı
ayırımı Allah tarafından indirilen kutsal kitaplar arasında da yaparak
Kur'ân'ı inkâr ederken diğerlerine inanmışlardır.
Bunların yanı sıra Allah'ın peygamberleri arasında da ayırım
yaparak Musa Peygambere (a.s) veya Musa ve İsa Peygamberlere
inanırken, Hz. Muhammed'i (s.a.a) inkâr etmişlerdir. Ayrıca ilâhî
hükümler arasında da ayırım yaparak Allah'ın kitaplarında yer alan
hükümlerin bazılarına inanırken, diğer bazılarını inkâr etmişler
ve bütün bu nedenlerden dolayı yerilmişlerdir. Oysa bu ümmetin
müminleri Allah'a, meleklere, kutsal kitaplara ve peygamberlere
hiçbir ayırım yapmadan inanmışlardır. [Nitekim bu iki ayette bu
hususa işaret edilmektedir.]
Bu ümmetin müminleri, kendilerine indirilen hak bilgilere teslim
olarak Rablerine karşı edepli davrandıkları gibi, kendilerine
önerilen hükümleri kabul ederek de edepli davrandılar. Çünkü Yahudiler
gibi "İşittik ve karşı geldik." değil, "İşittik ve itaat ettik."
dediler. Arkasından yine edepli davranarak kendilerini Allah'ın
mülkiyeti altındaki kulları saydılar. O'na karşı hiçbir şeye malik
olmadıklarını, ibadetlerini ve itaatlerini O'na karşı bir minnet meselesi
yapmadıklarını belirtmek üzere, "(Günahlarımızı) bağışlamanı
dileriz, ey Rabbimiz!" dediler; Yahudiler gibi, "O bizi affede
cek", "Allah fakir, biz ise zenginiz",
"Sayılı birkaç gün dışında bize
cehennem ateşi kesinlikle dokunmayacak."
ve benzeri nice saçma
sözler söylemediler.
Yüce Allah daha sonra, "Allah hiç kimseye güç yetirebileceğinden
başkasını yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına
ve kötülük de kendi zararınadır." buyuyor. İlâhî yükümlülük
doğal olarak insanların yaratılıştan getirdikleri fıtrata tâbidir. Bu
da bilinen bir gerçektir ki, yaratılışın türü olan fıtrat nelerle donanmış
ise, sahibini onlara doğru çağırır. Hayatın mutluluğu da
kesinlikle bundadır.
Evet; eğer durum daha büyük bir önem vermeyi gerektirecek
nitelikte veya emrin muhatabı olan kul, fıtratın hükmü ve kulluk
konumu dışına çıkmış olursa, o zaman fıtrat yönünden gelecek
başka bir hükümle Mevlâ veya yetkili merci, kula normal gücünü
aşan bir yükümlülüğü yöneltebilir. Meselâ, sırf şüpheye kapılmakla
ihtiyata uymasını emredebilir veya meseleye olağanüstü derecede
önem verildiği takdirde unutmadan ve hatadan kaçınmasını
şart koşabilir. İslâm şeriatında adam öldürme, namus ve mal konularında
ihtiyat esasına göre işlem yapılmasının gerekli oluşu gibi.
Veya inatlılığı sürdüren ve ısrarla soru soran fertlere ağır yükümlülükler
yükleyebilir ve onları şiddetli baskı altına alabilir. Yüce
Allah'ın İsrailoğulları hakkında haber verdiği bazı ağır yükümlülükler
bunun örnekleridir.
Kısacası, her halükârda "Allah hiç kimseye güç yetirebileceğinden
başkasını yüklemez." ifadesi[nin kime ait olduğu hususunda
iki ihitmal vardır:] Ya Peygamberimiz (s.a.a) ile müminlerin
sözlerinin uzantısıdır. Onlar bu ifadeyi, "Rabbimiz! Unutur ya da
yanılırsak, bizi sorumlu tutma." şeklindeki sözlerine giriş olsun diye
dile getirmişlerdir.
Bir diğer maksatları da Allah'a övgü olması ve Allah'ın, insanları
güçlerinin yetmediği konulardan sorumlu tutacağı ve zor yükümlülükler
yükleyeceği yolundaki asılsız şüphenin giderilmesidir.
Bu asılsız kuşku şöyle giderilmiş oluyor: Allah hiç kimseye gücünü
aşan bir yük yüklemez. "Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak, bizi
sorumlu tutma." şeklindeki isteğe gelince; bu istek, hüküm yönünden
veya inatçı yükümlüler yönünden kaynaklanan ikinci dereceden
hükümlerle ilgilidir; yoksa Allah tarafından emredilen
temel hükümlerle ilgili değildir.
Ya da [yüce Allah'ın kendi sözüdür ki,] Peygamberimiz (s.a.a)
ile müminlerin "(Günahlarımızın) bağışlanmasını dileriz, ey
Rabbimiz!" şeklindeki sözleri ile "Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak,
bizi sorumlu tutma." şeklindeki sözleri arasına konulmuştur.
Bununla az önce anlattığımız faydayı sağlaması ve Allah'ın onlara
yönelik bir edep öğretmesi amaçlanmıştır. Bu durumda da bu
cümle onlar tarafından söylenmiş bir söz yerine geçer. Çünkü onlar
Allah tarafından indirilen sözlere inanmış kimselerdir ve bu söz
de O'ndan gelmiştir. Bu ihtimallerin hangisi geçerli olursa olsun,
bu söz onların dualarının ve sözlerinin dayanaklarından biridir.
Arkasından diğer duaları, başka bir ifadeyle diğer istekleri şöyle
zikrediliyor: "Rabbimiz!... bizi sorumlu tutma.", "Rabbimiz! Bize...
ağır yük yükleme", "Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği
yükü taşıtma. Bizi affet." Bu isteklerinden maksatları unutarak,
yanılarak ve diğer zorlaştırıcı faktörler yüzünden işledikleri günahların
affedilmesi olsa gerek. "Bizi bağışla. Bize acı." Yani, diğer
günahlarımızı ve hatalarımızı bağışla.
Daha önceki, "(Günahlarımızı) bağışlamanı dileriz, ey Rabbimiz!"
şeklindeki sözlerine dayanarak burada bağışlama dileğini
tekrarlamış oldukları söylenemez. Çünkü o söz, müminlerin durumu
ve Rablerine karşı takındıkları edep ile Ehlikitab'ın Rablerine
karşı ve kendilerine indirilen kutsal kitaba karşı takındıkları
edep arasında bir karşılaştırma yapılması amacına yönelik onlardan
aktarılmıştır. Üstelik dua makamı, başka makamların aksine
tekrarlara müsaittir.
Bu duada açıklamaya gerek kalmayacak derecede tam bir
kulluk edebi sergilenmiş, art arda rububiyet makamına sığınılmış,
Allah'ın mülkiyetine ve veliliğine itiraf edilmiş, Allah'ın yüceliği
karşısında kul olmanın zillet ve zavallılık konumunda durulmuştur.
Kur'ân'da Peygamberimize (s.a.a) yönelik birçok ilâhî
edeplendir-me örnekleri ve yüce eğitimler vardır. Bunlar bazen Allah'a
yönelik çeşitli övgüler, bazen de Allah'a sunulmuş dilekler
şeklinde karşımıza çıkar. Şu ayetlerde olduğu gibi: "De ki: Allah-
'ım, (ey) mülkün sahibi, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden
çekip alırsın; dilediğini aziz kılar. dilediğini alçaltırsın; bütün ha-
yırlar sadece senin elindedir. Gerçekten sen, her şeye güç yetirensin.
Geceyi gündüze katarsın..." (Âl-i İmrân, 26-27) "De ki: Allah-
'ım, ey gökleri ve yeri yoktan var eden, görülmeyeni ve görüleni
bilen! Ancak sen ayrılığa düştükleri şeylerde kullarının arasında
hükmedersin." (Zümer, 46) "De ki: Hamdolsun Allah'a ve selâm olsun
O'nun seçtiği kullarına." (Neml, 59) "De ki: Benim namazım,
ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir."
(En'âm, 162) "De ki: Rabbim, ilmimi artır." (Tâhâ, 114) "Ve de ki:
Rabbim, şeytanların dürtüklemelerinden sana sığınırım."
(Mü'minun, 97) Kur'ân'da bu anlamdaki ayetler pek çoktur.
Bu ayetlerin ortak özelliği çok güzel ve üstün bir edebi içermeleridir
ki Allah, Peygamberimizi (s.a.a) bu edep üzerine eğitmiş ve
Peygamberimiz de ümmetini bu edebi edinmeye çağırmıştır.
7- Buradaki konumuz; peygamberlerin, kavimleri ile yaptıkları
konuşmalarda Rableri tarafından gözettikleri edep kurallarıdır. Bu
da geniş bir konudur. Bu konu, Allah'ı övme ile ilgili edebin uzantısı
olsa da, bir başka açıdan sözlü tebliğden etkisi az olmayan, hatta
sözlü tebliğin etkisini güçlendiren amelî tebliğin önemli bir bölümüdür.
Kur'ân'da bu konu ile ilgili birçok örnekler vardır. Nitekim yüce
Allah, Nuh Peygamber ile kavmi arasındaki konuşmalar hakkında
şöyle buyuruyor: "Dediler ki: 'Ey Nuh, bizimle mücadele ettin.
Hem bizimle mücadelede çok ileri gittin. Eğer doğru sözlülerden
isen, bizi tehdit ettiğin şeyi bize getir.' (Nuh) dedi ki: Onu size, dilediği
takdirde ancak Allah getirir; siz O'nu âciz bir hâle getiremezsiniz.
Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermeyi
istesem de benim öğüdüm size yarar sağlamaz. O'dur sizin
Rabbiniz ve O'na döndürüleceksiniz." (Hûd, 34)
Nuh Peygamber (a.s) bu sözlerinde kendisini âciz hâle getirmek
amacıyla kavminin şahsına izafe ettiği azap verme yetkisini
reddederek bu yetkiyi Rabbine izafe ediyor. "dilediği takdirde" ve
"siz O'nu -yani Allah'ı- âciz bir hâle getiremezsiniz." şeklindeki ifadelerle,
Rabbine karşı takındığı edebi ileri dereceye vardırıyor.
Bundan dolayı azaba çarptırma yetkisini "Rabb" ismine değil, Allah
ismine izafe ediyor. Çünkü bütün cemal ve celâl sıfatları Allah
isminde son buluyor.
Üstelik kendisinin mucize ortaya koyma gücünü reddederek,
bu gücün sadece Allah'a ait olduğunu vurgulamakla yetinmeyip,
Allah'ın dileği ile örtüşmediği takdirde yapacağı nasihatin kavmine
faydalı olmayacağını ifade ediyor. Böylece kendinin güçsüz olduğu
ve bütün gücün Rabbine ait olduğu gerçeğini kesin bir dille
tamama erdirmiş oluyor ve bu ifadelerini, "O'dur sizin Rabbiniz ve
O'na döndürüleceksiniz." ifadesi ile gerekçelendiriyor.
Bu konuşma, Allah'ın yanında halka yönelik güzel edeple
dopdolu bir diyalogdur. Nuh Peygamber (ona selâm olsun), bu konuşmayı
ken-dilerine mücadele açtığı kavminin zorbaları ile yapıyor.
O, peygamberler (hepsine selâm olsun) içerisinde tevhide davet
konusunda mücadele kapısını açan, Kur'ân'da anlatıldığı üzere
putperestliğe karşı başkaldıran ilk peygamberdir.
Bu konu, peygamberlerin (hepsine selâm olsun) edebini inceleyenlerin
büyüteç altına alacakları en geniş alandır. Bu alanda
onların adep ve kemâl dolu gidişatlarının en ince örnekleri ile karşılaşırız.
Çünkü onların bütün sözleri, davranışları, hâl ve hareketleri
kulluk murakabesi ve huzuru esasına dayanır. Görünümün
Rabbinden gaip, yüce Rabbi de kendisinden gaip bir kimsenin
davranışları gibi olması bunu değiştirmez. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"O'nun yanında bulunanalar, O'na kulluk etmekten
büyüklenmez ve yorulmazlar. Gece ve gündüz tesbih ederler, hiç
ara vermezler." (Enbiyâ, 19-20)
Yüce Allah Hud, Salih, İbrahim, Musa, Şuayb, Yusuf, Süleyman,
İsa, Muhammed (s.a.a) ve diğer peygamberlerin (hepsine selâm
olsun) sıkıntı, rahatlık, savaş, barış, gizli, açık, müjdeleme ve
uyarma gibi değişik durumlarda gerçekleştirdikleri birçok karşılıklı
konuşmaları bize naklediyor.
Meselâ şu ayet üzerinde iyice düşün: "Bunun üzerine Musa,
çok kızgın ve üzüntülü bir hâlde kavmine döndü. (Onlara) dedi ki:
Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaatte bulunmamış mıydı?
Süre mi size uzun geldi, yoksa Rabbinizden üzerinize bir gazabın
inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz söze ters davrandınız?"
(Tâhâ, 86) Bu ayette kavminin yanına öfke ve kızgınlıkla dopdolu
dönen Musa Peygamberin (a.s), bu durumda bile Rabbini hatırlamakta
edepli davranmaktan geri kalmadığı, bu durumunun ken-
disini Rabbini anma yönünde edepli olmaktan alıkoymadığı anlatılıyor.
Bunun bir başka örneği de şu ayetlerdir: "Yusuf'un evinde kaldığı
kadın, onun nefsinden murat almak istedi. Kapıları kilitleyip
'Haydi gelsene!' dedi. (Yusuf,) 'Allah'a sığınırım, Rabbim bana güzel
bir barınak sağladı. Zalimler iflâh olmazlar' dedi." (Yûsuf, 23)
"Dediler: 'Vallahi, Allah seni bizden üstün kıldı. Doğrusu biz hep
suçlu idik.' (Yusuf) dedi ki: 'Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlar.
O, merhametlilelerin en merhametlisidir." (Yûsuf, 91-92)
Bu ayetlerin ilkinde Yusuf Peygamberin insanın aklını başından
alan ve bütün direnme gücünü yok eden kadın çağrısı sırasında
takvayı elden bırakmadığı, ikinci ayette ise Rabbini anmada ve
kardeşleri karşısındaki edepli tutumu anlatılıyor.
Diğer bir örnek de şu ayettir: "(Süleyman) tahtı yanında kurulmuş
görünce, dedi ki: Bu, Rabbimin lütfundandır. Şükür mü
edeceğim, yoksa nankörlük mü diye beni sınamak istiyor. Şükreden
kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince,
Rabbim zengindir (onun şükrüne muhtaç değildir) ve kerimdir
(bağışı karşılıksızdır)." (Neml, 40) Süleyman Peygamberi düşünelim.
Kendisine büyük bir mülk, etkili bir otorite ve şaşırtıcı bir güç
verilmiş. Bunlara dayanarak Saba Kraliçesinin tahtının Saba'dan
Filistin'e getirilmesini emrediyor ve bu taht göz kırpma süresinden
daha kısa bir zamanda önüne getiriliyor. Fakat bu üstün iktidara
rağmen büyüklük duygusuna ve kendini beğenmişlik kompleksine
kapılarak Rabbini unutmuyor. Tersine hemen adamları arasında
Rabbini en güzel övgülerle övüyor.
Ardından Hz. Süleyman'ın (a.s) bu tutumunu, Nemrud ile İbrahim
Peygamber (a.s) hikâyesinde Nemrud tarafından sergilenen
şu tutumla karşılaştır: "Allah kendisine hükümdarlık verdi diye
Rabbi konusunda İbrahim'le tartışmaya giren kimseyi görmedin
mi? Hani İbrahim, 'Benim Rabbim O'dur ki diriltir ve öldürür.'
demişti. O da, 'Ben de diriltir ve öldürürüm.' demişti." (Bakara, 258)
Nemrud bu sözleri zindandan iki kişi getirterek birini öldürüp öbürünü
sağ bıraktığı sırada söyledi.
Ya da bu tutumu Mısır Firavunu'nun Allah tarafından bize
nakledilen şu sözleri ile karşılaştır: "Firavun, kavminin içinde
bağırıp dedi: Ey kavmim! Mısır mülkü ve şu altımdan akıp giden
dedi: Ey kavmim! Mısır mülkü ve şu altımdan akıp giden ırmaklar
benim değil mi? Yahut ben, şu aşağılık, neredeyse söz anlatamayacak
durumda olan adamdan daha iyi değil miyim? (Eğer söyledikleri
doğru ise,) üzerine altın bilezikler atılmalı... değil miydi?"
(Zuhruf, 53) Firavun, Mısır hükümdarlığı, oranın nehirleri ve kendisi
ile yakınlarının sahip olduğu bir miktar altınlarla böbürlenerek, Allah'ın
bize naklettiği üzere hiç tereddüt etmeden, "Ben sizin en
yüce Rabbinizim" (Nâziât, 24) diyor. Oysa Musa Peygamberin günden
güne ortaya koyduğu tufan (su baskını), kanatlı çekirge ile
kanatsız çekirge, kurbağa ve benzeri böcek baskını gibi mucizeler
karşısında zillete sürükleniyordu.
Peygamberlerin tutumuna bir başka örnek de şu ayetlerdir:
"Mağarada bulundukları bir sırada arkadaşına şöyle diyordu: Üzülme,
Allah bizimle beraberdir." (Tevbe, 40) "Hani Peygamber, eşlerinden
birine gizli bir söz söylemişti... (Peygamber) bunu eşine
haber verince eşi, 'Bunu sana kim bildirdi?' demişti. O da, 'O her
şeyi bilen, her şeyden haberdar olan bana bildirdi.' demişti."
(Tahrîm, 3) O korkulu gündeki endişe ve dehşet Peygamberimizi
(s.a.a), Allah'ın kendisi ile beraber olduğunu hatırlatmaktan alıkoymadığı
gibi, tehdidi altında bulunduğu tehlikeden dolayı paniğe
kapılmadı. İkinci ayette de eşlerinden birine gizlice verdiği sır
konusunda da Allah'ı hatırlama edebini aynen gözettiğini görüyoruz.
Kur'ân'da anlatılan diğer peygamberlerle (hepsine selâm olsun)
ilgili hikâyelerde de bu örneklerdekine benzer çarpıcı bir edebin
ve onurlu uygulamaların sergilendiği görülür. Eğer söz çok
uzamış olmasaydı, o peygamber hikâyelerini anlatır, arkasından
ayrıntılı bir incelemeye tâbi tutardık.
8- Bu bölümde, peygamberlerin insanlarla ilişkilerinde ve karşılıklı
konuşmalarında gözettikleri edep kurallarına değineceğiz.
Bu bölümün örnekleri, peygamberlerin Kur'ân'da nakledilen kâfirlerle
yaptıkları tartışmalar, müminlerle diyalogları ve bizlere aktarılan
hayatlarından, gidişatlarından bazı kesitlerdir.
Önce konuşmalarda gözettikleri edep kurallarını ele alalım.
Peygamberlerin zorbalarla ve cahillerle yaptıkları konuşmaların
Kur'ân-daki örneklerini incelediğimizde, onların karşılarındakilere
hiç ağır söz söylemediklerini; küfür, hakaret ve kaba ifade yöneltmediklerini
görürüz. Oysa karşıtları onlara bol bol küfretmişler,
onları suçlamışlar, alaya ve hakarete maruz bırakmışlardır.
Böyleyken onlara en güzel sözlerle ve yapıcı öğütlerle karşılık vermişler,
onları selâmlayarak yanlarından ayrılmışlardır. Kendini
bilmezler ve cahiller onlara sataşıp laf attıklarında, "selâm" derler,
yumuşak sözlerle karşılık verirler.
Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Kavminin -yani Nuh'un kavminin-
ileri gelen kâfirleri dediler ki: 'Biz senin sadece bizim gibi bir
insan olduğunu görüyoruz ve sana bizim basit görüşlü ayak takımlarımızdan
başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bize karşı
herhangi bir üstünlüğünüzü de göremiyoruz; tersine sizi yalancı
sanıyoruz.' (Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Bir düşünün! Ya ben
Rabbimden gelen açık bir delil üzerindeysem, eğer katından bana
bir rahmet vermiş de o (rahmet) sizin gözlerinizden saklanmışsa!
Şimdi siz onu istemezken, biz sizi ona zorla mı ulaştıracağız?"
(Hûd, 27-28)
Yüce Allah, Hud Peygamberin kavmi olan Âdoğullarının sözlerini
bize şöyle naklediyor: "(Senin hakkında,) 'Seni tanrılarımızdan
biri kötü çarpmış!' demekten başka söz bulamıyoruz. Hud dedi
ki: 'Ben Allah'ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki, ben O'nun dışında
ortak koştuğunuz şeylerden uzağım." (Hûd, 55-54) Âdoğulları,
ilâhlarından birinin Hud Peygamberi (a.s) çarptığını söylemekle,
onun delilik, sefihlik (beyinsizlik) ve benzeri bir hastalığa yakalanarak
aklî dengesini yitirmiş biri olduğunu kastediyorlar. [Nitekim
yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmuştur: "Kavminden ileri
gelen kâfirler dediler ki: 'Biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz
ve gerçekten senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz.' (Hûd,) 'Ey
kavmim! Bende bir beyinsizlik yok, ben âlemlerin Rabbi tarafından
gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri
duyuruyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm." (A'râf, 67-
68)]
Kur'ân'da İbrahim Peygamberin babası Azer'in sözleri şöyle
naklediliyor: "(Babası,) 'Ey İbrahim, dedi, sen benim tanrılarımdan
yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım.
Uzun bir süre benden uzak dur.' (İbrahim,) 'Selâm sana (esen
kal), dedi, Rabbimden senin için bağışlanma dileyeceğim.
Hiç şüphesiz, O bana karşı çok lütufkârdır." (Meryem, 45-46)
Yüce Allah, Şuayb Peygamberin kavminin sözlerini şöyle naklediyor:
"Dediler ki: 'Ey Şuayb! Senin söylediklerinden çoğunu
anlamıyoruz, biz seni içimizde cidden zayıf görüyoruz. Kabilen
olmasaydı, seni mutlaka taşlayarak öldürürdük.' (Şuayb,) 'Ey
kavmim! Size göre kabilem Allah'tan daha mı değerli, ki O'nu arkanıza
atıp unuttunuz...' dedi." (Hûd, 91-92)
Başka bir ayette şöyle buyruluyor: "Firavun dedi ki: 'Âlemlerin
Rabbi (dediğin) de nedir?' dedi. Musa, 'Göklerin, yerin ve ikisi arasında
bulunan her şeyin Rabbidir...' dedi. (Firavun,) 'Size gönderilen
bu elçiniz kesinlikle bir delidir.' dedi. Musa, 'Eğer düşünürseniz
O, doğunun, batının ve ikisi arasındaki bütün varlıkların
Rabbidir.' dedi." (Şuarâ, 23-28)
Kur'ân'da Meryem'in kavminin sözleri şöyle naklediliyor: "Dediler
ki: 'Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi,
annen de iffetsiz değildi.' Bunun üzerine Meryem çocuğu
gösterdi. Dediler ki: 'Beşikteki çocukla nasıl konuşabiliriz?' (O sırada
çocuk) dedi ki: Ben Allah'ın kuluyum. O bana kitap verdi ve
beni peygamber yaptı..." (Meryem, 28-30)
Yüce Allah müşriklerin kâhin, deli ve şair gibi hakaretleri karşısında
Peygamberimizi (s.a.a) şöyle teselli ediyor: "Sen öğüt ver.
Rab-binin nimeti sayesinde sen ne bir kâhinsin, ne de bir deli.
Yoksa onlar, 'O bir şairdir, zamanın felâketlerine uğramasını
bekliyoruz.' mu diyorlar? De ki: 'Bekleyin. Ben de sizinle beraber
bekleyenlerdenim." (Tûr, 29-31)
Yine bir başka ayette şöyle buyuruyor: "(O) zalimler (müminlere)
'Siz ancak büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız.' dediler.
Senin hakkında bak nasıl benzetmeler getirdiler? Artık onlar
sapmışlardır ve bir daha doğru yolu bulamazlar." (Furkan, 8-9)
Kur'ân bize, peygamberlere yapılan bu türden birçok küfür, iftira
ve hakaret içerikli ifadeyi naklediyor. Fakat peygamberlerin
(hepsine selâm olsun) bu tür saldırılara kaba sözlerle, ağır cevaplarla
karşılık verdiklerine hiç rastlanmamıştır. Onlar bu hakaretlere,
kendilerine hayırlı sözleri ve güzel edebi telkin eden ilâhî eğitime
uyarak doğru sözlerle, yumuşak ve mantıklı ifadelerle karşılık
vermişlerdir. Nitekim yüce Allah, Hz. Musa ile Harun'a (her iki
sine de selâm olsun) hitap ederek şöyle buyuruyor: "Firavun'a gidin.
Çünkü o gerçekten azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o,
aklını başına alır veya korkar." (Tâhâ, 43-44) Peygamberimize
(s.a.a) de şöyle buyuruyor: "Eğer Rab-binden umduğun bir rahmet
için onlardan yüz çevirirsen, kendilerine yumuşak bir söz söyle."
(İsrâ, 28)
Peygamberlerin tartışmalarda ve hitaplarda gözettikleri bir
edep kuralı da şudur: Onlar kendilerini halkın seviyesine indirerek
her kesime anlayış düzeyine göre hitap ederlerdi. Nuh'un ve diğer
peygamberlerin halk kesimleri arasındaki farklılıkla gözeten tartışmaları
incelenince, bu gerçek açıkça görülür. Nitekim Sünnî ve
Şiî kaynaklardan gelen bir rivayete göre Peygamberimiz (s.a.a)
"Biz peygamberler, insanlara akıllarının düzeyine göre söz söylemekle
emrolunduk." buyurmuştur.
Bilmek gerekir ki, peygamberlik görevi insanları hakka iletmek,
hakkı açıklamak ve savunmak esasına dayanır. Buna göre
peygamberlerin çağrıları sırasında hak ile donanmaları, batıldan
sıyrılmaları, sapıklık tuzaklarının her türlüsünden uzak durmaları
gerekir. Böyle olmak ister insanların hoşuna gitsin, ister onları
kızdırsın; ister hoşnutlukları ile, ister hoşnutsuzlukları ile sonuçlansın
önemli değildir. Bu konuda yüce Allah, peygamberlerine en
ağır yasaklamayı ve en etkili uyarıyı yöneltmiştir. Hatta hakkı desteklemek
amacı ile olsa bile, peygamberleri sözle ve fiilen batıla
uymaktan men etmiştir. Çünkü hak yolunda olsun veya olmasın,
batıl batıldır. Hakka çağırmak, hak yolunda olsa bile batılı caiz
görmekle bağdaşmaz. Batıl aracılığı ile ulaşılan ve batılın sonucu
olarak ortaya çıkan hak hiçbir bakımdan hak değildir.
Bu yüzden yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ben, (insanları) yoldan
çıkaranları yardımcı edinecek değilim." (Kehf, 51) "Eğer seni sebatkâr
kılmasaydık, gerçekten neredeyse onlara birazcık meyledecektin.
O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını
kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı
da bulamazdın." (İsrâ, 74-75) Buna göre hak konusunda müsamahakârlık,
umursamazlık ve taviz olmaz ve batıla saygı gösterilmez.
Bundan dolayı yüce Allah, çağrısının görevlileri ve dininin önderleri
olan peygamberlerini (hepsine selâm olsun) hakka uyma
ve onu destekleme yollarını kolaylaştıran şeylerle donatmıştır. Ni-
tekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'ın, kendisine farz kıldığı
bir işi peygamberin uygulamasında bir güçlük yoktur. Bu, Allah'ın
sizden öncekiler için de geçerli olan bir yasasıdır. Allah'ın emri
şüphesiz gereği gibi yerine gelecektir. O peygamberler, Allah'ın
buyruklarını tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka
hiç kimseden korkmazlar. Allah yeterli hesap görücüdür." (Ahzâb,
39) Bu ayetlerde haber veriliyor ki, peygamberler Allah'ın kendilerine
farz kıldığı işleri zor bulmazlar, sırf O'ndan korkarlar, O'ndan
başka hiç kimseden korkmazlar; neye mal olursa olsun ve başlarına
ne getirirse getirsin, hakkı açıklamalarına hiçbir şey engel olamaz.
Arkasından Allah onlara giriştikleri işte zafer vaat ediyor. Şu
ayetlerde buyrulduğu gibi: "Andolsun ki biz, peygamber kullarımıza
kesin söz vermişizdir: Elbette onlara yardım edilecektir ve bizim
ordumuz kesinlikle galip gelecektir." (Sâffât, 171-173) "Biz
peygamberlerimize... kesinlikle yardım ederiz." (Mü'min, 51)
Bundan dolayı elimizdeki bilgilere göre peygamberlerin hakkı
açıklamakta ve doğruyu söylemekte hiçbir şeye aldırış etmediklerini
görürüz. İstediği kadar sözleri halkın hoşuna gitmesin, hatta
onlara acı gelsin. Nitekim Kur'ân'da Nuh Peygamberin, kavmine
"Fakat ben sizin cahil bir topluluk olduğunuzu görüyorum." (Hûd,
29) dediği naklediliyor. Hud Peygamber de, "Siz yalan uyduranlardan
başkası değilsiniz." (Hûd, 50) diyor. Yine Hud Peygamber kavmine
şunları söylüyor: "Üzerinize Rabbinizden bir azap ve bir hışım
inmiştir. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece
sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda mı benimle
tartışıyor sunuz?" (A'râf, 71) Lut Peygamberin de, "Sizler haddi aşan
bir toplumsunuz." (A'râf, 81) dediği naklediliyor. İbrahim Peygamberin
ise kavmine, "Size de, Allah'ı bırakıp taptığınız şeylere
de yuh olsun! Siz akıllanmaz mısınız?" (Enbiyâ, 67) dediği naklediliyor.
Musa Peygamberin de kendisine, "Ey Musa, ben senin büyülenmiş
bir kişi olduğunu sanıyorum." (İsrâ, 101) diyen Firavun'a
verdiği cevap şudur: "(Musa) dedi ki: Bunları, birer ibret olmak
üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdiğini kesinlikle biliyorsun.
Ey Firavun, ben de senin hakikaten mahvolduğunu -yani
hakka imandan alıkonmuş, kovulmuş ve mahvolmuş biri olduğunu-
sanıyorum." (İsrâ, 102) Kur'ân'da böyle örneklerin sayısı çoktur.
Bunların hepsi hakka karşı gözetilen edebe ve ona uyma kararlılığına
dayanıyor. Haktan da daha üstün bir istek, ondan daha
şerefli ve değerli bir amaç olamaz. Bu sözlerin bazıları insanlar arasında
geçerli olan edep kurallarına aykırı görülebilir. Çünkü bu
gibi insanlar, batıl yanlılarına yağcılık yaparak, bozgunculara ve
yıkıcılara yardakçılık yapmayı davranış siyaseti kabul ederek hayatlarını
nefislerinin arzularına ve maddî çıkar eğilimlerine dayandırmışlardır.
Sözün kısası, bu incelemenin başında dediğimiz gibi edep ancak
faydalı sözde ve iyi işte varolabilir. Bu yüzden içinde vücut
bulduğu ve şeklini aldığı toplumların hayat tarzlarına, görüşlerine
ve inançlarına göre değişiklik gösterir. Dinî toplumun dayanağı olan
ilâhî çağrı, inançta ve davranışta hakka bağlıdır. Hak, batıla
karışmaz, ona dayanmaz ve onunla desteklenmez. Dolayısıyla onu
açıklamaktan ve ona uymaktan başka çare yoktur. İşte dinî toplumda
ortaya çıkacak edep, en iyi şekilde hak yolu izlemek ve en
zarif görüntüyü yansıtmaktır. Yumuşaklıktan ve sertlikten birini
seçmenin doğru olduğu durumlarda yumuşak sözü tercih etmek,
hızlı ve yavaş davranmanın mümkün olduğu hâllerde hayırda çabuk
olmayı seçmek gibi.
Nitekim yüce Allah, şu ayette bunu emrediyor: "Bu levhalarda
Musa'ya her konuya ilişkin öğüt, her konuda ayrıntılı açıklama
yazdık. Bunlara sımsıkı sarıl ve kavmine de onlara en güzel biçimde
uymalarını emret." (A'râf, 145) Yüce Allah bu ilkeye sarılan
kullarını da şöyle müjdeliyor: "Sözü dinleyip de en güzeline uyan
kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır
ve gerçek akıl sahipleri de onlardır." (Zümer, 17-18) Buna göre
batılda edep olmadığı gibi, hakla batılın karışımında da edep yoktur.
Çünkü katıksız hakkın dışında kalan şey hakkın velisinin hoşuna
gitmeyen bir batıldır. Zira O, "Artık haktan sonra sapıklıktan
başka ne kalır?" (Yûnus, 32) diye buyuruyor.
İşte hak peygamberlerini açık sözlülüğe ve doğru konuşmaya
çağıran faktör budur. Bu üslûbun bazı durumlarda yağcılık, umursamazlık
ve din dışı toplumlarda geçerli olan yalancı edep geleneğine
ters düşmesi önemli değildir.
Peygamberlerin insanlarla ilişkilerinde ve onlarla aralarındaki
davranışları sırasında gözettikleri diğer bir edep kuralı da zayıflar
ile güçlüleri eşit saymak, ilim ve takva sahiplerine diğerlerinden
daha çok saygı göstermektir. Onlar, kulluk ve insanların nefislerinin
terbiyesi esasına dayandıkları için bunun sonucu olarak zengin
ile fakir, büyük ile küçük, erkek ile kadın, efendi ile köle, yöneten
ile yönetilen, amir ile memur, hükümdar ile halk hakkında eşit
hüküm verirler. Böyle olunca da artık ayırımcı niteliğin ve sosyal
ayrıcalıkların sadece güçlülere mahsus olması geleneği geçerliğini
yitirir.
Dolayısıyla varlık ile yokluğun, mahrumiyet ile nimeti ele geçirmenin,
mutluluk ile bedbahtlığın, zenginlik ile yoksulluk ve güçlülük
ile zayıflık sıfatları arasında bölünmesi ortadan kalkar. Güçlüler
ve zenginler her konumda en üstün olmazlar. Her yaşama
alanının en bol nimetlisine konmazlar. Her çalışmanın en rahatına
ve en kolayına getirilmezler. Her görevin en hafifine atanmazlar.
Bunun yerine insanların tümü bu alanda eşit olurlar. Şu ayette
buyrulduğu gibi: "Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık.
Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere
ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en üstün olanınız en çok korunanınızdır."
(Hucurât, 13)
Böylece güçlülerin, güçlerine dayanarak büyüklük taslamaları,
zenginlerin servetleri ile böbürlenerek övünmeleri, hak karşısında
tevazua, affa ve rahmete koşmaya, hayır alanlarında yarışmaya,
Allah yolunda cihat etmeye ve O'nun rızasını kazanma arzusuna
dönüşür.
O zaman fakirler zenginler gibi saygı görür. Zayıflara karşı zenginlere
gösterilen edebin aynısı gösterilir. Hatta zayıflara ve
fakirlere daha çok şefkat, merhamet ve cana yakınlık gösterilir.
Yüce Allah bu konuda Peygamberimizi şöyle eğitiyor: "Nefsini, sabah
akşam Rablerine yalvaranlarla beraber tut (onlarla bir arada
olmaya candan sabret). Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini
onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan alıkoyduğumuz,
keyfine uyan ve işi, hep aşırılık olan kişiye boyun eğme." (Kehf, 28)
"Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranları
kovma! Onların hesabından sana bir sorumluluk yoktur ve senin
hesabından da onlara herhangi bir sorumluluk yoktur ki, onları
kovup da zalimlerden olasın!" (En'âm, 52), "Sakın onlardan bazı
çiftlere verdiğimiz dünya nimetine göz dikme. Onlar için üzülme
ve müminlere (karşı alçakgönüllülük) kanadını indir. Ve de ki:
Ben açık sözlü bir uyarıcıyım." (Hicr, 88-89)
Bu güzel edebi, Kur'ân'da nakledilen Nuh Peygamber (a.s) ile
kavmi arasındaki şu konuşma da yansıtmaktadır: "Kavminin ileri
gelen kâfirleri dediler ki: 'Biz senin sadece bizim gibi bir insan
olduğunu görüyoruz ve sana bizim basit görüşlü ayak takımlarımızdan
başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bize karşı herhangi
bir üstünlüğünüzü de göremiyoruz; tersine sizi yalancı sanıyoruz.'
(Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Bir düşünün! Ya ben
Rabbimden gelen açık bir delil üzerindeysem, eğer katından bana
bir rahmet vermiş de o (rahmet) sizin gözlerinizden saklanmışsa!
Şimdi siz onu istemezken, biz sizi ona zorla mı ulaştıracağız?
Ey kavmim! Buna karşı sizden bir mal da istemiyorum. Benim
ücretimi Allah verecektir. Ben inananları kovacak değilim.
Çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben -yoksulları ve
kâfirleri hor görmenizde- sizi cahillik eden bir topluluk olarak görüyorum.
Ey kavmim! Eğer ben onları kovarsam, Allah'a karşı
beni kim savunacaktır? (Bunu hiç) düşünmüyor musunuz? Size,
Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem.
Ben bir meleğim, de demiyorum. -Yani beni sizden ayıracak
hiçbir ayrıcalık iddia etmiyorum, sadece size gönderilmiş bir peygamberim
ben.- Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için 'Allah
onlara hayır vermeyecek' de demem. Allah, onların içlerinde olanı
-yani onlardan umulan hayır ve saadeti- daha iyi bilir. Böyle bir
şey yaptığım takdirde ben, mutlaka zalimlerden biri olurum."
(Hûd, 27-31)
Ayrımcılığı reddetme bakımından bu ayetlerin bir başka benzeri
de Şuayb Peygamberin (a.s) kavmine söylediği şu sözlerdir:
"Yasakladığım hareketleri kendim yaparak size ters düşmek
istemiyorum. Tek isteğim, gücümün yettiği oranda (bozuklukları)
düzeltmektir. Başarım Allah'ın yardımına bağlıdır. Yalnız O'na
dayanıyor ve sadece O'na yöneliyorum." (Hûd, 88) Yüce Allah, Peygamberimizi
(s.a.a) insanlara tanıtmak üzere şöyle buyuruyor:
"Andolsun, içinizden size öy-le bir elçi geldi ki, sıkıntıya düşmeniz
ona ağır gelir; size düşkün, müminlere karşı şefkatli ve merhametlidir."
(Tevbe, 128) Başka bir ayet de şöyledir: "İçlerinden bazı
ları da, Peygamberi incittiler, 'O (herkesi dinleyen) bir kulaktır'
derler. De ki: (O,) sizin için hayır kulağıdır. Allah'a inanır, müminlere
inanır. Sizden inananlar için de (o) bir rahmettir." (Tevbe, 61)
Bir başka ayette, "Sen yüce bir ahlâk üzeresin." (Kalem, 4) buyruluyor.
Şu ayette ise deminden beri söylenenleri birleştiren bir ifade
ile, "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ,
107) buyruluyor.
Bu ayetler anlam bakımından her ne kadar Peygamberimizin
(s.a.a) güzel ahlâkı ile ilgili olup, ahlâkın ötesinde bir kavram olan
edebi ile ilgili olmasalar da -daha önce belirtildiği üzere- edep, ahlâkın
türevidir. Ayrıca edebin kendisi ayrıntı nitelikli ahlâktan sayılmaktadır.
----------------------------
Asrın en büyük tefsiri olan el-Mizan Tefsirinin 6. cilden faydalanılarak hazırlanmıştır
www.islamkutuphanesi.com
Dualarınızda bizleri unutmayın lütfen:)