El-Mizân Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:7

                     EN'ÂM SURESİ

                             ( Tamamı:1-165)

                                         İÇİNDEKİLER



Ayetlerin Meâli

106- Rabbinden sana vahyolunana uy. O'ndan başka ilâh yoktur.
Müşriklerden de yüz çevir.
107- Allah dileseydi, onlar müşrik olmazlardı. Biz seni onların üzerine
bir gözetleyici kılmadık. Sen onların vekili de de-ğilsin.
108- Onların Allah'tan başka yalvarıp taptıklarına sövmeyin; sonra
onlar da bilmeyerek haksızlıkla Allah'a söverler. İşte böylece her
ümmete kendi işlerini süslü gösterdik. Sonra da dönüşleri Rablerinedir;
O, ne yaptıklarını onlara haber verecektir.
109- Olanca güçleriyle, eğer kendilerine bir ayet (mucize) gelirse, ona
mutlaka inanacaklarına dair Allah'a yemin ettiler. De ki: "Ayetler ancak
Allah katındadır. O (mucize) gelecek olsa da inanmayacaklarını
siz nerden bileceksiniz?"
110- Biz kalplerini ve gözlerini, ilkin ona (Kur'ân'a) inanmadıkları gibi,
ters çeviririz ve onları azgınlıkları içinde şaşkınca dolaşır bir durumda
bırakırız.
111- Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler onlarla konuşsaydı
ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de
inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu bunu bilmezler.
112- Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarından ibaret
bir düşman kıldık. Onlardan bazısı bazısına, aldatmak için yaldızlı sözler
fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu yapa-mazlardı. Artık onları, uydurdukları
şeylerle baş başa bırak.
113- Bir de ahirete inanmayanların kalpleri ona kansın, ondan hoşlansınlar
ve kazanmakta olduklarını kazanıp dursunlar.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Bu ayetlerin, önceki ayetler grubuyla bağlantılı olduğu açıktır; bu hususta
en ufak bir belirsizlik söz konusu değildir. Konu; Allah'ın tek ve
ortaksız ilâhlığı, tevhittir.

106) Rabbinden sana vahyolunana uy. O'ndan başka ilâh yoktur. Müşriklerden
de yüz çevir.


Peygamberimize (s.a.a) tevhit ve temel dinsel yasalar hususunda
Rabbinden kendisine iletilen vahye uyması emrediliyor. Müşriklerin
hak söze boyun eğmeye yanaşmamaları, büyüklük taslamaları,

En'âm Sûresi / 114-121 ........................................................................................ 491

dinsel davete yüz çevirmeleri gibi gözlemlediği olumsuz tavırların
kendisini yolundan alıkoymaması uyarısında bulunuluyor.
"Rabbinden..." ifadesi, Peygamberimize (s.a.a) yönelik özel ilâhî itinayı
göstermek bakımından önemlidir. Ancak, "Rabbinden..." ifadesinden
sonra, "Müşriklerden de yüz çevir." ifadesinin yer almasından
hareketle bazılarının ayetten, "Sen vahye uy, Rabbine ibadet et. Bırak
onları tanrılarına tapsınlar." şeklinde bir anlam çıkarsamaması, dolayısıyla
müşriklerin hayat tarzlarının ve şirklerinin onaylandığı vehmine
kapılmaması için, "Müşriklerden de yüz çevir." ifadesinden önce,
"O'ndan başka ilâh yoktur." ifadesine yer verilerek bu tarz olası bir
kuruntunun önüne geçiliyor. Böylece "Müşriklerden de yüz çevir." sözüyle
ne kastedildiği belirginleşiyor ve mesaj yerini buluyor.

O hâlde şöyle bir anlamın kastedildiğini söyleyebiliriz: Sen, Rabbinden
sana vahyedilene uy. O, sana büyük bir özen göstermekte,
seni sınırsız rahmetinin kapsamına almaktadır. Çünkü bütün insanlar
içinde seni seçip vahyinin muhatabı kılmış ve seni ittiba/uyma ruhuyla
desteklemiştir. Öyleyse şu müşriklerden yüz çevir. Ancak yüz çevirmen,
onları putlarıyla baş başa bırakıp istedikleri gibi putlarına
tapmalarına izin veresin, Allah'a ortak koşmalarına razı olasın anlamında
değil kuşkusuz. Çünkü bu, putperestliği tanımak, onaylamak
anlamına gelir. Hâlbuki ilâh sadece birdir, o da sana vahiy indiren
Rabbindir. O'ndan başka tanrı yoktur. O hâlde onlardan yüz çevir. Yani,
onları tevhit inancına getirmek için kendini yorma, gücünün üstünde
yükümlülüklerin, ağırlıkların altına girme. Çünkü senin görevin
yalnızca gerçekleri duyurmaktır. Sen onların üzerinde ne bekçisin, ne
de onların vekilisin. Koruyucu ve vekil sadece Allah'tır. Allah onların
tevhit inancına bağlanmalarını dilememiştir. Eğer dilemiş olsaydı şirk
koşmazlardı. Fakat Allah onları sapıklıklarıyla baş başa bırakmıştır.
Çünkü onlar haktan yüz çevirdiler, hakka boyun eğmeye yanaşmadılar.

107) Allah dileseydi, onlar müşrik olmazlardı. Biz seni onların üzerine
bir gözetleyici kılmadık. Sen onların vekili de değilsin.


Bu ifade, Peygamberimize (s.a.a) moral destek sağlamak, onun gönlünü
hoş tutmak amacına yöneliktir. Ki onların ortak koşmaları kar-

492 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

şısında karamsarlığa kapılmasın, onlara yönelik çağrılarının sonuç
vermemesi karşısında üzüntü duymasın. Çünkü onlar şirk koşmakla
Allah'ı çaresiz bırakacak değildirler. Çünkü meşiyet/dileme Allah'ındır.
Eğer dileseydi, onlar şirk koşmazlardı; bilâkis isteyerek ve gönüllü
olarak iman ederlerdi, tıpkı diğer samimî müminler gibi. Ama Allah
böyle dilemedi; çünkü onlar yeryüzünde büyüklük tasladılar, Allah'a
karşı ululandılar, diklendiler. Kendilerince O'na tuzaklar kurdular. Oysa
böyle yapmakla kendilerini helâk ettiler. Allah onların kurdukları
tuzakları başlarına geçirdi, onları iman etmekten yoksun bıraktı, doğru
yolu bulma başarısını onlara vermedi.

Çünkü nasıl ki tekvine/evrene egemen olan yasalar sisteminin esasını
nedensellik, evrensel sebep-sonuç kanunu oluşturmuştur. İlâhî
irade de ancak eşyanın ve olayların kendileri için öngörülen bu tekvinî
yasalara uymaları durumunda bunlarla alâkalı olur. Dolayısıyla eğer
bir hususta illetler/nedenler toplanır, şartlar tamamlanır/koşullar
elverişli olur ve oluşumuna mani olan tüm engeller ortadan kalkarsa,
ilâhî irade ve meşiyetin taalluk etmesiyle o şey muhakkak var olur.
Bununla birlikte olayların ve eşyanın gerçekleşmesini sağlayan ilâhî
iradedir. Mutlak dileme Allah'ındır; dilemezse olmaz, dilerse olur. Aynı
şekilde teşri/yasama ve hidayet sisteminin esası da sebeplere dayanır.
Kim Allah'tan rahmet dilerse, Allah ona merhamet eder. Kim
O'nun rahmetinden yüz çevirirse rahmetten yoksun kalır. Başka bir
deyişle; yol gösterme anlamında hidayet herkese açıktır. Kim bu ilâhî
nefhadan, bağıştan faydalanır ve günah, fısk, küfür ve inatçılık gibi
insanı azaba götüren şeylerden uzak durursa, ilâhî rahmet onu kuşatır,
ona en güzel hayatı yaşatır. Kim de hevasının peşine düşer, hakka
boyun eğmemekte diretirse, Allah'a karşı büyüklenir, O'na karşı plânlar
kurmaya kalkışırsa, Allah'ın ayetleriyle alay ederse, Allah onu mutluluktan
yoksun bırakır, üzerine bedbahtlığı yağdırır; O'nu bildiği hâlde
saptırır ve yüreğine küfür damgasını vurur. Artık ebediyen kurtulması
mümkün olmaz.

Eğer ilâhî irade bu şekilde etkinlik göstermeseydi, sebepler esasına
dayanan sistem ve neden-sonuç ilişkisi geçersiz olurdu. Onun yerine
hiçbir kurala bağlı olmayan başıboş bir irade etkin olur, objektif mas

En'âm Sûresi / 114-121 ........................................................................................ 493

lahatlar, hikmetler ve amaçlar ortadan kalkardı. Bu bağlamdaki bozukluk
varoluş sisteminin bozulmasına neden olurdu. Çünkü teşri/
yasama sistemi de sonuç itibariyle tekvin/varoluş yasasına dayanır.
Bu alanda (teşri) baş gösteren bir bozukluk, onun (tekvin) da bozulmasına
yol açar.

Aynı şekilde eğer yüce Allah müşrikleri iman etmek zorunda bıraksaydı,
bu şekilde insan denen bu canlı türünü iman ve küfür kavşağının
başında bulunmak durumundan çıkarsaydı, ona bahşettiği seçme
yeteneğini geçersiz kılsaydı, onu yaratılışı itibariyle iman etmek zorunda
olan biri yapsaydı, daha yaratılışının ilk evresinde kemal/tam
olgunluk koltuğuna oturtsaydı, herkes yakınlık ve saygınlıkta eşit olsaydı,
bu, davet sisteminin geçersizliği, eğitim ve olgunlaştırma amaçlı
çabaların iptali anlamına gelirdi, dereceler arasındaki farklılıklara
gerek kalmazdı. Bu da yeteneklerin, amellerin, durumların, melekelerin
ortadan kalkması anlamına gelirdi. Bu durumda beşerî düzen
ve onu çevreleyen varlık âleminin sistemi altüst olurdu, bu varlık
düzeninden başka bir düzen etkili olmaya başlardı. Artık insandan
veya insanın algıladıklarından bahsedilmezdi. Bu konuyu kavramak
için üzerinde iyice düşünün!

Bundan da anlaşılıyor ki, "Allah dileseydi, onlar müşrik olmazlardı."
ifadesini, zorunlu/cebrî iman şeklinde yorumlamak ve ayeti, "Eğer Allah
onların zorla ve cebren şirki terk etmelerini isteseydi, onları buna
zorlardı." şeklinde tefsir etmek yersizdir. Tam tersine bundan maksat,
daha önce de vurguladığımız gibi, ilâhî iradenin onların şirki kendi
istekleriyle terk etmeleriyle ilintili olmasıdır. Tıpkı bu şekilde müminlerin
iman etmeleriyle ilintili olması gibi. Böylesi, ilâhî kudretin
eksiksizliği gerçeğine ve de [ayette güdülen,] Peygamber'e (s.a.a)
moral desteği sağlama ve kalbini hoş tutma amacına daha uygundur.
O hâlde ayeti şöyle anlamak durumundayız: Onlardan yüz çevir; ortak
koşmalarından dolayı içinde bir burukluk olmasın, üzülme. Çünkü Allah
müminlerden imanı dileyip de iman etmelerini sağlamaya güç
yetirdiği gibi, onlardan da imanı dileyip iman etmelerini sağlamaya
güç yetirebilir. Kaldı ki, sen onlardan sorumlu değilsin. Ne varoluşsal

494 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

olarak, ne de başka türlü onların akıbetleri senden sorulmaz. Sen
gönlünü hoş tut.

Buradan hareketle şunu da anlıyoruz ki: "Biz seni onların üzerine bir
gözetleyici kılmadık. Sen onların vekili de değilsin." ifadesi de Peygamberimizi
(s.a.a) teselli etme, gönlünü hoş tutma amacına yöneliktir.
Öyle anlaşılıyor ki, ayetin orijinalinde geçen "el-hafîz" sözcüğü,
yaşatma, büyütme ve rızk verme gibi onların varoluşsal işlerinin idaresini
üstelenen anlamında kullanılmıştır. "el-Vekil" ile de vekâlet edilen
kimseyle ilintili olarak menfaati celbeden ve zararı bertaraf eden
işlerin idaresini üstlenen vekil kastedilmiştir. Dolayısıyla, "Biz seni onların
üzerine bir gözetleyici kılmadık..." ifadesi sonuç itibariyle şu anlama
gelmektedir: Onların varoluşsal yaşamlarıyla, dinsel yaşamlarının
yönetimi senin elinde değildir. Bu yüzden senin çağrını reddetmeleri,
senin talebine olumlu karşılık vermemeleri seni üzmemelidir.

Denebilir ki: Ayette geçen "el-hafîz"den maksat, başında bekçi olduğu
kimseyi kendisine yönelen zararlardan koruyan kimsedir. "el-
Vekil" de, vekâlet ettiği kimseye menfaatlerin yönelmesini sağlayan
kimse anlamında kullanılmıştır. Ama bu anlamı bir parça uzak bir ihtimal
olarak görüyoruz. Çünkü "el-hafîz" sözcüğü duyulur duyulmaz
özellikle varoluşsal bir anlam içerdiği intibaını vermektedir. "el-Vekil"
ise, varoluşsal bir anlamın yanında başkasını da içermektedir. Dolayısıyla
iki ifadeden birini (hafîz) varoluşsal bir anlama, diğerini (vekil)
de hem varoluşsal, hem de başka alanla ilgili bir anlama yorumlamanın
pek bir mantığı olmasa gerektir. Uygun olanı ifadelerden birini
bir anlama, diğerini de öteki anlama yorumlamaktır.

108) Onların Allah'tan başka yalvarıp taptıklarına sövmeyin; sonra onlar
da bilmeyerek haksızlıkla Allah'a söverler.


Ayette geçen "es-sebbu" sözcüğü, bildiğimiz sövme anlamına gelir.
Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Advu; saldırı, tecavüz
demektir. Kaynaşmanın, uzlaşmanın karşıtıdır. Bu kelimede
bazen kalbî duygu esas alınır, bu durumda düşmanlık ('el-adavet ve
el-muadat') anlamında kullanılır. Bazen davranış esas alınarak, koşmak
('el-adv') anlamına gelir. Bazen de muamelelerde adalet ilkesinin
ihlâl edilmesi göz önünde bulundurulur ve haksızlık ('el

En'âm Sûresi / 114-121 ........................................................................................ 495

udvan ve el-advu') anlamında kullanılır. Yüce Allah bir ayette şöyle
buyurmuştur: 'sonra onlar da bilmeyerek haksızlıkla Allah'a söverler.'
Bazen de bulunulan yerin özelliği göz önünde bulundurulur ve engebeli,
çıkıntılı, rahat olmayan ('el-advâ') anlamını ifade eder. 'Mekânun
zu advâ'; uyumsuz, engebeli yer anlamındadır." (el-Müfredat'tan alınan
alıntı sona erdi.)

Ayet dinî bir edepten, ahlâktan söz ediyor. Bu edep kuralına uyulduğu
sürece dinî toplumun mukaddesatının saygınlığı korunur, dinsel kutsalların
aşağılanmasına, kirletilmesine engel olunur; çirkin sözlere,
sövgülere, dil uzatmalara, alaylara maruz kalmasına izin verilmez.
Çünkü insan, kutsal saydığı değerleri savunma iç güdüsüne sahip olarak
yaratılmıştır. Bu iç güdünün bir gereği olarak kendisine yönelik
bir saldırı gibi algıladığı hareketlere karşılık verir. Hatta kendince üstün
ve saygın olan değerlere yönelik tavırlardan dolayı sövgüye ve kötü
sözler sarf etmeye yönelecek kadar öfkelenebilir de. Eğer müminler
müşriklerin tanrılarına söverlerse, onların cahiliye taassupları
müminlere sövgüyle karşılık vermeye, müminlerin inandığı uluhiyet
makamına, yani yüce Allah'a sövmeye itebilir. Dolayısıyla müşriklerin
ilâhlarına sövmek, bir bakıma onların ulu Allah'a sövmelerine, O'nun
yüce makamına yakışmayan sözler sarf etmeye sebebiyet oluşturmak
anlamına gelir.

"İşte böylece her ümmete kendi işlerini süslü gösterdik." ifadesinden
anlaşılan gerekçelendirmenin genelliği, bir şekilde dinsel mukaddesatına
yönelik kötü bir sözün söylenmesine neden olacak her türlü
olumsuz sözün yasaklanışının genelliğini gösterir.
İşte böylece her ümmete kendi işlerini süslü gösterdik. Sonra da dönüşleri
Rablerinedir; O, ne yaptıklarını onlara haber verecektir.
"Ziynet=Süs"; bir şeye dikkatlerin çekilmesini ve talipleri tarafından
sevilmesini sağlamak amacıyla eklenen güzel ve sevimli şey demektir.
Talipler süse yönelirken süslenen şeye ulaşırlar. Tıpkı güzel bir şekilde
süslenen giysi gibi. İnsan süslenmek için bu giysiyi giydiğinde,
aynı zamanda sıcağa ve soğuğa karşı da kendini güvenceye almış olur.

496 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Yüce Allah insanın şu ayrıntılı ve bölümlü dünya hayatını, kendine
özgü şu yeryüzü hayatını kendi etkin güçlerini devreye sokmak suretiyle
sürdürmesini dilemiştir. Allah'ın bu iradesi doğrultusunda insan,
belirgin duyuları aracılığıyla kendisi için zararlı ve yararlı olan şeyleri
algılar. Sonra içsel güçleri ve duyuları aracılığıyla bunlar üzerinde tasarrufta
bulunur. Derken bazı şeyleri yemek ve bazı şeyleri içmek suretiyle
beslenir. Kendine özgü davranışlarla eşiyle birleşmeye yönelir.
Giyinir, barınır, bazı şeyleri kendine ayırır, bazılarını dışlar vs.
O, bütün bu amelleri ve gereklerini yerine getirirken zevk alır, bazı
yaşamsal amaçları gerçekleştirir. Sonunda da ya gerçek mutlu hayata
ulaşır. Ki insan öylesi bir hayat için yaratılmıştır. Ya da gerçek mutlu
hayat sandığı bu dünya hayatına kavuşur. İnsan bir işi yaparken, ya
ondan alacağı maddî lezzeti hedefler. Yeme, içme, cinsel birleşme
vs.den aldığı gibi. Ya da düşünsel lezzeti amaçlar. İlâçlardan, ilerleme,
kaynaşma, övülme, övünme, ebedî olarak anılma, öç alma, zenginlik
ve güvenlik gibi olgulardan aldığı lezzet gibi.

Aslında bu lezzetlerdir ki, söz konusu filleri ve sonuçlarını süslü ve
çekici kılmıştır. Yüce Allah insanı bu lezzetlerle donatmış ve bunlar
aracılığıyla onu varoluşsal bir misyonu yerine getirmeye yöneltmiştir.
Bu donatılma sayesinde insan kendiliğinden bu eylemleri yapmaya
yö-nelir, onları gerçekleştirmeye çalışır. İnsanın bu fiilleri gerçekleştirmesi
ile birlikte ilâhî hedefler, varoluşsal amaçlar da gerçekleşmiş
olur. İnsanın kişisel varlığının kalıcılık kazanması, insan neslinin devam
et-mesi gibi. Eğer yemekte, içmekte ve cinsel birleşmede sözünü
ettiğimiz bu lezzetler olmasaydı, insan bu tür ağır işleri yapmak için
kendini yormaz, ruhuna ve bedenine ağır gelen bu eylemleri
gerçekleştirmezdi. O zaman da hayatın düzeni bozulurdu, insanın kişiliği
yok olur, insan nesli kesilirdi; derken insan denen canlı türü tükenirdi.
Hiç kuşkusuz bu da varoluş hikmetinin boşa çıkmasını gerektirdi.
Bu tür süslerin [ve lezzetlerin] bir kısmı doğaldır; eşyanın doğasına
yerleştirilmiştir. Leziz yiyecekler ve cinsel birleşme sonucu ulaşılan
zevk gibi. Bunlar yaratılış sisteminin kapsamındadırlar ve yüce Allah-
'a izafe edilirler. Eşya da, varlık bütünü çerçevesinde öngörülen he

En'âm Sûresi / 114-121 ........................................................................................ 497

deflerine ulaşmak bağlamında doğal olarak bunlara yönelir. Dolayısıyla
insanı bu tür eylemlere yönelten sadece yüce Allah'tır. O'dur her
şeye yaratılışını veren, sonra da yolunu gösteren.

Bunların bir kısmı ise düşünsel lezzetler kapsamına girer, insanın
dünya hayatını onarır, ıslâh eder, ahiretine de zarar vermez. Bu gibi
lezzetler de yüce Allah'a izafe edilir. Çünkü bunlar, insanın dejenere
olmamış tertemiz fıtratından kaynaklanırlar. Fıtrat ise, Allah'ın insanları
yaratırken esas aldığı yaratılış yasasıdır. Allah'ın yaratmasında da
değişiklik olmaz. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Size imanı
sevdirdi ve onu sizin kalplerinizde süsledi." (Hucurât, 7)

Düşünsel zevklerden olup heva ve heves ile uyuşan, kulluğu iptal etmek
ve tertemiz hayatı ifsat etmek suretiyle dünya ve ahiret mutsuzluğuna
neden olan zevkler ise, dejenere olmamış fıtratın yolundan
uzak sapkın lezzetlerdir. Çünkü fıtrat öyle ilâhî bir varlıktır ki, yüce Allah
onu insanı mutluluğa yöneltecek şekilde düzenlemiştir. Dolayısıyla
fıtrattan kaynaklanan hükümler, onun yol açtığı düşünceler, asıl
etkenle çelişemezler, fıtratın kendisine ters düşemezler. Bir şey fıtrata
aykırı ise ve insan için mutluluğa neden olmuyorsa, onun fıtrattan
süzülüp gelmediği kesinleşir. Tam tersine o, şeytanî dürtülerin ürünüdür
ve nefsanî sürçmelerden kaynaklanmıştır. Bu yüzden şeytana
izafe edilmesi uygundur. Meselâ, çeşitli günah türlerinden algılanan
vehim menşeli lezzetler, sanal zevkler bu gruba girer. Çünkü bunlar
Allah'a izafe edilen süslerden ayrı olarak şeytana izafe edilen süslerdir.
Sadece yüce Allah'ın bu bağlamda şeytana izin vermiş olması söz
konusudur. Ulu Allah şeytanın şu sözlerini aktarmaktadır: "Ben yeryüzünde
onlara günahları süsleyeceğim ve onların hepsini azdıracağım."
(Hicr, 39) "Şeytan onlara yaptıkları işleri süsledi." (Nahl, 63)
Bu tür vehmî lezzetler, kesinlikle aracısız olarak yüce Allah'a izafe edilemezler.
Çünkü şu evrensel düzeni kuran Allah'tır. O, evrende yer
alan varlıkları, varoluş amaçlarına yöneltmiş, onlara mutluluklarının
bulunduğu yeri göstermiştir. Sonra insanın bozulmamış evrensel fıtratına
dayalı olarak soyut inançlar ve görüşler ortaya koymuş, insanın
mutluluğunu elde etmesi, bedbahtlıktan ve emeklerinin boşa
gitmesinden korunması için davranışlarını bunlara dayandırmasını

498 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

öngörmüştür. Hâl böyleyken yüce Allah'ın dönüp münkeri/çirkin işleri
emretmesi, marufu/iyi işleri yasaklaması, her türlü çirkin kötülüğün
işlenmesini teşvik etmesi; bütün insanlara hem iyiliği, hem de kötülüğü
emretmesi, sonra bütün insanlara hem iyiliği, hem de kötülüğü
yasaklaması; böylece teklif/yükümlülük ve teşri/yasama sistemini,
sonra ödül ve ceza sistemini bozması; böyleyken bu niteliğe sahip dinini,
dosdoğru din, Allah'ın insanların yaratılışına esas kıldığı fıtratla
uyuşan din şeklinde tanımlaması asla düşünülemez. Yüce Allah bundan
münezzehtir. O'nun yaratması, bu ve benzeri çelişkilerden uzaktır;
insanların yaratılışına esas kıldığı fıtratta bu tür çelişkilerin olması
mümkün değildir.

Eğer desen ki: İtaate ve günaha çağrının, "Takva ile süslenen ve yapıcı
karakterlerle kendini donatan nefisleri yüce Allah itaate ve salih
amele yöneltir. Günah kirine bulaşmış, içsel pislikleri karakter hâline
getirmiş nefisleri de hazırlık ve kabiliyet dereceleri oranında günaha
ve fıska çağırır. Dolayısıyla hayra ve şerre çağıran, insanları itaate ve
günaha yönelten Allah'tır." şeklinde algılanarak Allah'a izafe edilmesinin
ne gibi bir sakıncası olabilir?

Buna cevap olarak derim ki: Bu ayrı bir husustur, bizim üzerinde durduğumuz
meseleden farklıdır. Bu görüş, itaat ve günah konusunu,
onlar ile yüce Allah arasında sebeplerin aracılık etmesi bağlamında
ele alıyor. Bu da yerinde ve doğru bir görüştür. Çünkü hiç kuşkusuz
ruhsal güzel ve kötü durumların, kendilerine uygun davranışların [itaatler
ve günahların] dışarıya yansıması üzerinde belirleyici etkileri
vardır. Böyle bir durumda sergilenen itaat ve günah nitelikli davranışlar,
ruhsal durumlara aracısız; yüce Allah'a da izin vermesi şeklinde
izafe edilir. Çünkü her sebebe, sonuç üzerinde etkinlik göstermesine
izin veren O'dur.

Bizim üzerinde durduğumuz mesele ise, itaat ve günahı teşri/yasama
ve hüküm sistemi açısı ile itaate ve günaha sevk eden diğer
sebepleri göz ardı ederek nefislerin onlara yönelmesi açısından ele
almaktır. İşte bu bağlamda; yüce Allah'ın iman ve küfre birden davet
ettiği, insanları itaate ve günaha birlikte sevk ettiği söylenebilir
mi? O değil midir ki, dinini ilâhî fıtrata dayalı olarak oluşan insan

En'âm Sûresi / 114-121 ........................................................................................ 499

toplumu için öngörülen dosdoğru din olarak nitelendiren? Dolayısıyla
ilâhî yasalar ve bu yasalarla çelişmeyen ruhsal etmenlerin
tümü fıtrîdir, fıtratla uyumludur. Nefsin hevasına/hevese uygun
ama şeriatın hükümlerine aykırı olan etmenler ise fıtrata aykırıdırlar;
bozulmamış fıtrat sahibi birine, hevanın bu tür dürtülerine yönelik
çağrıda bulunması isnat edi-lemez. O hâlde, bunları yüce Allah'a
izafe etmek de imkânsızdır. Nitekim bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Onlar bir kötülük yaptıkları zaman, 'Babalarımızı bu yolda
bulduk, bunu bize Allah emretti.' derler. De ki: Allah kötülüğü
emretmez.! Allah'a karşı bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz?' De
ki: Rabbim bana adaleti emretti." (A'râf, 28-29)
Bu tür vehim menşeli lezzetlerin, izin vermesi açısından yüce Allah-
'a izafe edilmesine gelince, bunu şöyle açıklayabiliriz: İlâhî mülk evrenseldir,
geneldir ve ilâhî saltanat mutlaktır, sınırlandırılamaz. Hiç
kimse ve hiçbir şey O'nun izni olmadan O'nun mülkünde tasarrufta
bulunamaz. Dolayısıyla şeytanın yardakçılarının kalplerinde süslediği
ve bir şekilde yüce Allah'ın gazabına dayanan şirk ve günah gibi
hususlar, ancak Allah'ın izin vermesiyle gerçekleşirler. Sonuç olarak
bu izin sayesinde de sınama ve deneme sünneti tamamlanmış olur.
Çünkü böyle bir sınama ve deneme sistemi olmaksızın yasama sistemi
de olmaz, davet hareketini yürütmenin ve ilâhî hidayete bağlanmanın
anlamı kalmaz. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmuştur:
"O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez." (Yûnus, 3) "Bir
de (böylece) Allah, müminleri arındırmak ve kâfirleri yok etmek ister."
(Âl-i İmrân, 141)

Bundan da anlaşılıyor ki, amellerin süslü [lezzetli ve sevimli] kılınmasının
Allah ile bir nispeti, bağlantısı vardır ve bu nispet, izin aracılığıyla
işlenen amallerle aracısız izafe edilen amelleri kapsayacak şekilde
genel bir anlamı ifade etmektedir. İşte şu ayeti bu açıdan ele almak
gerekir: "İşte her ümmete kendi işlerini süslü gösterdik." (En'âm, 108)
Aslında yukarıdaki açıklamayla uyumu çok daha belirgin olan şu ayettir:
"Biz yeryüzündeki şeyleri, kendisine süs olsun diye yarattık, ki
onların hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim." (Kehf, 7)
Bu ayetin çerçevesinde müfessirler fiillerin yüce Allah'a nispeti üzeri-

500 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ne değişik görüşler ileri sürmüşlerdir:

Bu görüşlerden biri şöyledir: Ayette kastedilen, emir ve yasak aracılığıyla,
güzel ve çirkin olanın açıklanmasıyla süslemedir. Dolayısıyla
ayetin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir: "Ey müminler, size amellerinizi
süslediğimiz gibi, sizden önceki ümmetlerin de Allah'a güzelce
davet etmek, putlara sövmekten vazgeçmek gibi amellerini
süsledik. Kâfirlerin hakkı kabul etmekten kaçınmalarına neden oluşturacak
itici davranışları sergilemelerini yasakladık."

Bu görüş, ayetin zahirinin ifade ettiği genellikle bağdaşmıyor. Daha
önceki açıklamalarımızdan da anlaşıldığı gibi, ayetin içeriğini bu şekilde
özelleştirmeyi gerektirecek bir kanıt yoktur.

Bir diğer görüş de şöyledir: Her ümmete, yapıp ettiklerini, do-ğal
eğilimlerini bunlara yöneltmekle süslü gösterdik, bununla beraber
onlara hakkı da tanıttık ki, hakka sarılsınlar ve batıldan uzaklaşsınlar.
Bununla ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: İtaat ve günah, iman ve küfür
ile ilgili davetin aracısız olarak yüce Allah'a izafe edilmesi nasıl
doğru değilse, güzel ve çirkin hareketlere yönelik doğal eğilimin de
aynı tarzda yüce Allah'a izafe edilmesi doğru değildir. Dolayısıyla
kötülüklere ve çirkin davranışlara yönelik tekvinî/varoluşsal çağrı
ve eğilim ile teşri/yasama düzeyindeki çağrı ve eğilim arasında bir
farkın olduğunu; öncekinin yüce Allah'a izafe edilmesi, buna karşılık
ikincisinin O'na izafe edilmemesi gerektiğini söylemek yerinde
bir görüş değildir.

Bir diğer görüşe göre: Burada kastedilen, ödülün (sevabın) zikredilmesi
suretiyle amellerin süslü kılınmasıdır. Nitekim bir ayette şöyle
buyurulmuştur: "Allah size imanı sevdirdi ve onu kalpleriniz de süsledi
ve size küfrü, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi." (Hucurât, 7) Yani, ödülünü
gündeme getirmek, iman edenleri ve imanlarını övmek suretiyle
onu size sevdirdi. Küfrü de cezasını zikrederek, işleyenleri yererek
çirkin gösterdi...

Bu görüşle ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Bu görüşe göre, herhangi
bir kayıtlayıcı olmaksızın, ameller "güzel ameller"le sınırlandırılmıştır.

En'âm Sûresi / 114-121 ........................................................................................ 501

[Oysa ayet geneldir.] Kaldı ki, ayetin akışından ve "süsleme" kelimesinin
zahirinden anlaşılan anlamdan uzak bir anlamdır da. Öte yandan,
bu anlamıyla süsleme, sırf müminlere özgü bir durum değildir.
Bir diğer görüş de şöyledir: Süslemeden maksat, güzel ve çirkin olanıyla
tüm amellerin, yüce Allah tarafından bir aracı veya itaate ve isyana
ilişkin bir çağrı söz konusu olmaksızın süslenmesi [ve insanların
bunları yapmaya zorunlu kılınması]dir. Bu görüş, esası da insanların
kendilerine izafe edilen fiilleri işlemeye mecbur olması görüşüne dayanır.

Bununla ilgili olarak da şunu söyleyebiliriz: Ayetin zahiri, zorunluluktan
daha çok serbestliğe yakındır. Çünkü bir şeyin süslenmesi, ancak
insanın ilgisinin ona çekilmesi, insan tarafından sevilmesinin sağlanması,
dolayısıyla onu tercih edip başkasını bırakması amacına
yöneliktir. Eğer insanın fiillerinin işlenmesi ve terk edilmesi aynı oranda
ona izafe edilmeseydi, insanın tercihinin bir anlamı olmazdı. O
hâlde bir fiilin süslenmesi, insanı onu işlemeye yöneltmek için başvurulan
bir hile konumundadır. Bu durumun itaat ve güzel amellerle ilintili
yansımasının şer'î literatürdeki adı hidayet ve başarılı kılma;
günahlar ve kötü amellerle ilintili yansımasının adı da saptırma ve ilâhî
tuzağa maruz bırakmadır. Dolayısıyla ilk baştan saptırma ve tuzağa
düşürme anlamında kullanılmadığı sürece, insanların işledikleri
kimi kötülüklerin cezası niteliğindeki saptırma ve tuzağa düşürmeyi
yüce Allah'a izafe etmenin hiçbir sakıncası yoktur. Tefsirimizin çeşitli
bölümlerinde bu konuyla ilgili açıklamalara yer verdik.1 Daha önce
insanların fiillerini işlerken serbest mi, yoksa kaderin zorlaması altında
mı olduğu hususunu da ele aldık. Tefsirimizin birinci cildinde bu
hususta geniş açıklamalar bulabilirsiniz.2

"Sonra da dönüşleri Rablerinedir; O, ne yaptıklarını onlara haber verecektir."
ifadesi, daha önce işaret ettiğimiz, süslemenin iman ve küfür
gibi batınî/içsel davranışları ve organların işledikleri güzel ve çir-
------------------
1- [Meselâ: "Süsleme" ile ilgili bilgi için bkz. c.3, Âl-i İmrân Suresi, 14. ayetin tefsiri.
"Saptırma ve tuzağa düşürme" için de bkz. c.1, Bakara Suresi, 26. ayetin tefsiri.]
2- [c.1, Bakara Suresi, 26-27. ayetlerin tefsiri.]

502 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

kin işler gibi zahirî davranışları kapsayacak şekilde genel olduğuna ilişkin
hükmü destekler mahiyettedir. Çünkü ayetin zahiri, insanın birtakım
işlere sırf onları saran süslere [ve lezzetlere] kapıldığı için, onların
bu süslerin gerisindeki gerçekliklerini bilmeksizin yöneldiğini ifade
etmektedir. Dolayısıyla insanlar bu gibi amelleri, üzerlerindeki
örtüye aldanarak işlerler. Ancak sonunda Rablerine döndükleri zaman,
O, onlara işledikleri amellerin gerçek mahiyetini haber verir.
Böylece nelerden yüz çevirdiklerini somut olarak gözlemlerler, müşahede
ederler. İşte o zaman Rahman'ın dostları o ana kadar bilmedikleri,
kendilerine gizli kalan şeylerin kendileri için göz aydınlığı niteliğinde
olduklarını görürler. Şeytanın dostları ise, Allah'ın huzurunda
beklemedikleri bir durumla karşılaşırlar. Dolayısıyla kıyamet günü
amellerin gerçek mahiyetlerinin ortaya çıkması sadece güzel amellere
ya da sadece kötü amellere özgü bir durum değildir, her ikisini de
kapsamaktadır [hem iyilikler, hem de kötülükler, o günde zuhur edecektir].

109) Olanca güçleriyle... Allah'a yemin ettiler. De ki: "Ayetler ancak Allah
katındadır."


Ayetin orijinalinde geçen "el-cehdu" kelimesi, güç demektir. "el-
Eyman" ise, ant içmek anlamına gelen yeminin çoğuludur. "Cehd'eleyman"
ise, var gücüyle yani takati miktarınca yemin etmek, yemin
ederken tüm gücünü kullanmak anlamına gelir. Bu deyimle, onların
çok yemin ettikleri ve ellerinden geldiğince yeminlerini sağlamlaştırdıkları
anlatılıyor. Mucizelerin Allah'ın yanında olması ile de, onların
O'nun mülkünde, egemenliği altında ve O'nun izni olmadan ulaşılamayacak
durumda oldukları kastediliyor.
Dolayısıyla ayetten şöyle bir anlam elde ediliyor: Allah adına var güçleriyle
yemin ettiler ki eğer Peygamber'in (s.a.a) çağrısının doğruluğuna
ilişkin bir mucize gösterilirse, bu mucizeye kesinlikle inanacaklardır.
-Bu söz, onların ayet (mucize) istemelerinden kinayedir.- Sen
onlara de ki: Mucizeler Allah'ın mülkü içinde ve O'nun egemenliği altındadır.
Sadece O, bunlara egemendir. Allah gücüyle onları kuşatmıştır.
Bu hususta benim hiçbir yetkim yoktur. Dolayısıyla kendi başıma
sizin mucize isteklerinize cevap vermeye kalkışamam.

En'âm Sûresi / 114-121 ........................................................................................ 503

O (mucize) gelecek olsa da inanmayacaklarını siz nerden bileceksiniz?
Ayetin orijinali, hem gaip sıygasıyla "la yu'mi-nûn" (inanmayacaklar),
hem de muhatap sıygasıyla "la tu'minûn" (inanmayacaksınız) şeklinde
okunmuştur. İlk kıraati esas aldığımızda hitap, iltifat sanatının bir
göstergesi olarak müminlere; ikinci kıraate göre de müşriklere yönelik
olur. Her hâlükârda ifadenin, Peygamber'in (s.a.a) sözlerinin tamamlayıcısı
şeklinde olduğu açıktır.

"Ma Yuş'irukum=Ne nerden bileceksiniz" ifadesinin orijinalinin başındaki
"ma" edatının, soru edatı olduğu anlaşılmaktadır. Böyle olunca
şöyle bir anlam kastedilmiş olur: "Kendilerine mucizeler gelince, onların
inanmayacakları gerçeğini siz nereden bileceksiniz?" Dolayısıyla
günlük konuşmalarımızda kullandığımız şu tarz bir ifadenin bir örneğiyle
karşı karşıya bulunuyoruz: "Bu adamlar Allah adına size yemin
ediyorlar ki, eğer size mucizeler gelirse onlara iman edeceklerdir.
Belki de siz onlara inandınız, yeminlerinin doğruluğunu onayladınız.
Ama siz, onlara mucizeler gelse de inanmayacaklarını bilmiyorsunuz.
Çünkü Allah onların iman etmelerini istememiştir." Dolayısıyla
bu ayet, gaybe ilişkin haber veren ayetler grubu içinde yer almaktadır.
Bazıları demişler ki: "O (mucize) gelecek olsa..." ifadesinin orijinalinin
başındaki "enne" edatı "lealle" (olabilir ki) anlamında kullanılmıştır. Bu
ise yaygın anlamın tersine bir yorumdur (şazdır), dil açısından mümkün
olsa da Allah'ın kelâmında bu tür kullanımlara yer yoktur.

110) Biz onların kalplerini ve gözlerini, ilkin ona inanmadıkları gibi,
ters çeviririz...


İfadenin zahiri, "ve nukallibu=çeviririz" kelimesinin bundan önceki,
"la yu'minûn=inanmayacaklar" ifadesine atfedildiğini göstermektedir.
Bir bakıma bu ayet, onların neden inanmadıklarını açıklamaktadır.
"İlkin"den maksat, inişi istenen bu ayetlerin (mucizelerin) inişinden
önce onlara yöneltilmiş olan ilk davettir. Bu durumda bu ayetlerin
inişinden sonra -eğer inmiş olsaydı- onlara yöneltilecek olan davet
de ikinci davet oluyor.
Bu bakımdan şöyle bir anlam karşımıza çıkıyor: Onlara mucizeler inse
de inanmazlar. Çünkü biz kalplerini ters yüz ederiz; o kalpler-

504 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

le normalde olması gerektiği gibi akledemezler. Gözlerini de ters çeviririz;
normalde görmek olan işlevlerini yerine getiremezler. Bu yüzden,
kendilerine inişi farz edilen bu ayetlerin inişinden önce ilk kez
Kur'-ân'a inanmadıkları gibi bu kez de iman etmezler. Böylece onları
azgınlıkları içinde şaşkınca dolaşır bir durumda bırakırız.
Ayetin zahirinin akışından bunu anlıyoruz. Ancak buna karşın tefsir
bilginleri ayetle ilgili olarak garip yorumlar getirmişlerdir. Bunların
üzerinde durmaya ve onlarla ilgili değerlendirmeler yapmaya
değmez. Bu hususta bilgi sahibi olmak isteyenler, bunları söz konusu
eden diğer tefsir kitaplarına başvurabilirler.

111) Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler onlarla konuşsaydı...
yine de inanmayacaklardı...


Bu ifade, "Ayetler ancak Allah katındadır." ifadesine ilişkin bir di-ğer
açıklamadır. Buna göre, "Eğer kendilerine bir ayet (mucize) gelirse,
ona mutlaka inanacaklar..." iddiaları yalandır. Ki onlar, Rablerinin yüce
makamını, azametini kavrayamayacak kadar cahil oldukları için
böyle bir yalan söylemeye yeltenmişlerdir. Çünkü onların kalplerinde
imanı meydana getirme, kendilerini imana sahip kılma hususunda
bağımsız etkinliğe sahip sebepler olduklarını sandıkları mucizelerin,
Allah'ın izni ve dilemesi olmaksızın onların içlerinde iman duygusunu
meydana getirmeleri mümkün değildir.

Ayetlerin bu akışı gösteriyor ki, ifadede hazf [lafız olarak cümlede yer
almadan anlam olarak kastedilmek ve icaz [özlü anlatım] söz konusudur.
Dolayısıyla şöyle bir anlam elde ediyoruz: "Eğer biz onların bu
isteklerine cevap versek, onlara olağanüstü mucizeler göstersek, üzerlerine
melekler indirsek de onları gözleriyle görseler; onlar için ölüleri
diriltsek, onlarla yüz yüze gelseler, kendileriyle konuşsalar, davet
edildikleri dinin doğruluğunu söyleseler; her şeyi onlar için toplayıp,
bölük bölük, grup grup ayırsak veya her şeyi onların karşısına somut
olarak görebilecekleri şekilde bir araya getirsek ve onlara lisanıhâlleriyle
veya sözleriyle tanıklıkta bulunsalar, yine de Allah'ın dilemesi
olmaksızın iman edemezler, bütün bunların iman etmeleri
hususunda herhangi bir etkinliği olmaz."

En'âm Sûresi / 114-121 ........................................................................................ 505

Evet, Allah'ın dilemesi olmaksızın hiçbir sebep ve maddî illet iman
duygusunun oluşmasında etkili olamaz. Çünkü evrensel düzen on-ca
genişliğiyle nedensellik yasasına ve sebep-sonuç ilişkisine göre işliyor
olsa da, sebepler ve illetler özleri itibariyle [ihtiyaçla donatılmışlardır,]
Rablerine muhtaçtırlar; O'na asılıdırlar. Kendileri için hükme
bağlanan hiçbir etkinliği ve gerektiriciliği O'ndan bağımsız olarak yerine
getirmeleri söz konusu değildir. Sebeplerin hükmü ancak Allah-
'ın dilemesiyle olabilir. Bir etkinlik göstermeleri Allah'ın iznine bağlıdır.
Ne var ki, müşriklerin büyük çoğunluğu -sırf inatçılıkları, azgınlıkları
yüzünden küfürde direten bilginleri hariç- Rablerinin makamının büyüklüğünün
bilincinde değildirler. Sebeplerin bağımsız etkinliğe sahip
olduklarını, etkinlik göstermeleri için Allah'a muhtaç olmadıklarını
düşünürler. Bu yüzden kendilerine imanın bir nedeni olan arzuladıkları
mucize gelecek olursa, iman edeceklerini ve hakka tâbi olacaklarını
sanırlar. Oysa cahil oldukları için olguları birbirine karıştırıyorlar
ve şu yetersiz, şu Allah'ın iradesine muhtaç sebepleri tam ve müstağni
etkenler gibi görüyorlar.

112) Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarından ibaret
bir düşman kıldık. Onlardan bazısı bazısına, aldatmak için yaldızlı sözler fısıldarlar.
Rabbin dileseydi onu yapamazlardı. Artık onları, uydurdukları şeylerle
baş başa bırak.


"eş-Şeyatîn", "şeytan"ın çoğuludur. Sözlükte "çok kötü" anlamına gelir.
Ağırlıklı olarak Kur'ân'ın tanımladığı İblis ve soyunun bir niteliği
olarak kullanılır. "Cinn" ise, "cenn" kelimesinden türemiştir ve gizlenme
anlamına gelir. Kur'ân terminolojisinde, doğaları gereği duyularımız
tarafından algılanmayan bilinç ve irade sahibi, meleklerden
ayrı bir tür varlığı ifade eder. Kur'ân, şeytan olan İblis'in de onların
hemcinsleri olduğunu anlatır. "Vahiy" ise, işaret ve benzeri bir şekilde
gizli söz söylemek, fısıldamak anlamına gelir. "ez-Zuhruf" da, çekici,
göz alıcı süs veya süslü şey demektir. Dolayısıyla süslü sözden maksat,
gerçek olmadığı hâlde gerçeğe benzeyen yaldızlı parlak sözdür.
Yine ayetin orijinalinde geçen "gururen" kelimesi, aynı kökten olan
mukadder fiilin ("garre") meful-i mutlakı veya meful-i lehidir.

506 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Bu gramatik değerlendirmelerin ışığında şöyle bir anlamın belirginleştiğini
görüyoruz: Senin için yaptığımız gibi, bundan önceki her peygamber
için de düşmanlar yaptık. Bunlar, birbirlerine işaret etmekle
destek sağlayan insan ve cin kökenli şeytanlardır. -Burada sanki, cin
kökenli şeytanların vesveseler yoluyla insan kökenli şeytanlara taktik
vermeleri ve bazı insan kökenli şeytanların diğer bazı insan kökenli
şeytanlara gizlice birtakım tuzaklar ve plânlar telkin etmeleri kastedilmiştir.-
Bu şeytanlar yaldızlı sözlerle, baştan çıkarıcı ifadelerle onları
kandırırlar veya onları kandırıp saptırmak için onlara birtakım yaldızlı
sözler fısıldarlar.

"Rabbin dileseydi onu yapamazlardı." ifadesiyle, meşiyetin/ilâhî iradenin
egemenliğinin evrensel, yürürlükte ve etkin olduğu anlatılıyor.
Nasıl ki mucizeler Allah'ın izni ve iradesi olmadan onların iman etmeleri
hususunda bir işe yaramazlar, aynı şekilde şeytanların peygamberlere
düşman olmaları, kendi yardakçılarına veya birbirlerine aldatma
amaçlı yaldızlı sözler fısıldamaları da Allah'ın izniyle gerçekleşmektedir.
Allah dileseydi bunu yapamazlardı; birbirlerine o sözleri
fısıldayamazlar, peygamberlere düşman olamazlardı. Bu anlamıyla
bu ayetle önceki ayetler arasındaki bağlantı belirginleşiyor. Çünkü
ayetlerin tümünün ortak noktası, olguların evrensel ilâhî iradeye bağlı
olarak gerçekleştikleri üzerinde durmalarıdır.

"Artık onları, uydurdukları şeylerle baş başa bırak." ifadesi, ilâhî iradenin
etkinliğine ilişkin bir ayrıntılandırmadır. Yani, bu düşmanlık, bu
bozgunculuk ve bu vesveseler Allah'ın iznine bağlı olduklarına göre
ve onlar da Allah'ın etkin ve ezici iradesini işlevsiz hâle getiremeyeceklerine
göre, ilâhî emirlere karşı gelip yeryüzünde bozgunculuk çıkarmalarını
gördüğünde üzülme. Bilâkis onları ve Allah'a ortak koşmak
gibi çirkin iftiralarını baş başa bırak.
O hâlde, ayetin sonunda yer alan, "Rabbin dileseydi onu yapamazlardı."
ifadesi, ayetler grubunun başındaki, "Müşriklerden yüz çevir.
Allah dileseydi, onlar müşrik olmazlardı." ifadesiyle aynı anlama
gelmektedir.

"Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarından ibaret bir
düşman kıldık..."
ayeti, onların peygamberlere düşman kılın

En'âm Sûresi / 114-121 ........................................................................................ 507

malarını ilk bakışta -ki bunda, kötülüğe neden olma, şirke ve günah
işlemeye yöneltme söz konusudur- yüce Allah'a -ki her türlü kötülükten
ve şerden münezzehtir- izafe etmesi açısından, amellerin
süslü gösterilmesini yüce Allah'a izafe eden, "İşte böylece her ümmete
kendi işlerini süslü gösterdik." ayetine benzemektedir. Dolayısıyla
o ayet için geçerli olan açıklamalar bunun için de geçerlidir.
Bir sonraki ayette yer alan, "Bir de ahirete inanmayanların kalpleri
ona kansın..." ifadesinin zahiri için de aynı değerlendirme geçerlidir.
Çünkü burada, sözü edilen zulümler ve günahlar, hak davetin sunulmasının
amaçları arasında sayılmıştır.

Bu iki ayetin tefsiri çerçevesinde tefsir bilginleri, mezheplerinin farklılığına
paralel olarak, tıpkı amellerin süslü gösterilmesinin Allah'a izafe
edilmesiyle ilgili yorumları gibi, amellerin Allah'a izafe edilmesi
hususunda da farklı yorumlarda bulunmuşlardır. Ancak bizim daha
önceki açıklamalarımızdan şunu öğrenmiş oldun:

Ayetin zahirinden anladığımız kadarıyla "şey" niteliğini hak eden her
varlık Allah'ın mülküdür, O'na mensuptur ve bu hususta hiçbir istisna
yoktur. Ancak yüce Allah'ın kutsal makamını her türlü kötülükten ve
çirkinlikten tenzih etme amacına yönelik bütün ayetler, bütün hayırların
ve güzelliklerin aracısız veya aracılı olarak yüce Allah'ın iradesine
dayandıklarını, O'na mensup olduklarını; buna karşılık kötülüklerin
ve çirkinliklerin de aracısız olarak şeytan ve nefis gibi Allah'tan
başkasına mensup olduklarını, izin verme anlamında da Allah'a izafe
edildiklerini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla bunlar da yüce Allah'ın
mülküdür ve O'nun izni doğrultusunda gerçekleşmektedir. Bunun
böyle olması ilâhî sınamanın, dolayısıyla emir, yasak, ödül ve ceza
esasına dayalı ilâhî davetin gerçekleşmesi amacına yöneliktir. Eğer
böyle olmasaydı, diğer canlılar gibi insanların da hareketlerine egemen
olan ilâhî yasalar sistemi geçersiz olur, dengeler bozulurdu; her
canlı gibi insanların da bu varlık âleminde kendi mutluluklarına doğru
hareket etmelerini öngören düzen altüst olurdu. Çünkü varlık âlemine
egemen olan yasalar sistemi, her varlığın aşamalı olarak olgunlaşmasını
gerektirmektedir.

113) Bir de ahirete inanmayanların kalpleri ona kansın, ondan hoşlan-

508 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

sınlar...

Ayetin orijinalinde geçen "yakterifû" kelimesinin mastarı olan "el-ıktiraf"
kelimesi, kazanmak, edinmek demektir. "İleyhi" kelimesindeki
müzekker tekil zamir ise, önceki ayette geçen şeytanların birbirlerine
yönelttikleri vahye dönüktür. "Li-tesğa=kansın" ifadesinin orijinalinin
başındaki "lâm" amaç bildirmeye yöneliktir. Cümle bütün olarak
lafzen telaffuz edilmeyen, ama gramatik olarak takdir edilen bir ifadeye
matuftur. Dolayısıyla ifadenin açılımı şöyledir:

Biz, yaptığımızı yaptık, dilediğimizi diledik, bazılarının diğer bazısına
aldatma amaçlı yaldızlı sözler fısıldamasına engel olmadık ki, size
gizli olan bazı amaçlar gerçekleşsin, bunun yanında ahirete inanmayanların
kalpleri de bu fısıldamalara doğru aksın, onlara yönelsin, onlardan
hoşnut olsun; böylece işlediklerini işlemeye devam edip kazanmakta
olduklarını kazanıp dursunlar. Bunun sonucunda da davranışlarının,
kabiliyetlerinin diliyle istedikleri bütün mutsuzluklara
ahiret hayatında ulaşsınlar. Çünkü yüce Allah mutluluk ve mutsuzluk
ehlinin her birine amaçlarına yönelik yürüyüşlerini tamamlayıcı destekte
bulunur, onların hareketlerini kolaylaştırır, kapasitelerinin diliyle
istediklerini gerçekleştirip menzillerine ulaşmalarına fırsat verir.
Nitekim ulu Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Hepsine, onlara da,
onlara da Rabbinin vergisinden uzatırız. Rabbinin vergisi kesilmez."
(İsrâ, 20)

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde İbn-i Ebî Hatem, Süddî'den şöyle rivayet
eder: "Ebu Talip ölüm döşeğine düşünce Kureyşliler dediler ki:
Haydin şu adama gidelim, yeğeninin bizimle uğraşmasına engel olmasını
isteyelim. Çünkü onun ölümünden sonra yeğenini öldürmek
bize yakışmaz. Sonra Araplar derler ki: Sağlığında yeğenini
koruyordu, o ölünce tutup yeğenini öldürdüler!"

"Bunun üzerine Ebu Süfyan, Ebu Cehil, Nazr b. Haris, Halef'in oğulları
Ümeyye ve Übeyy, Ukbe b. Ebî Muayt, Amr b. Asî ve Esved b. el-
Buhturî Ebu Talib'in bulunduğu yere gittiler. Muttalib adındaki bir a

En'âm Sûresi / 114-121 ........................................................................................ 509

dama dediler ki: 'Ebu Talib'in yanına girmemiz için bize izin iste.' Adam
Ebu Talib'in yanına geldi ve şöyle dedi: 'Bunlar senin soydaşlarının
ileri gelenleri, aksakallılarıdır. Yanına girmek istiyorlar.' Bunun
üzerine Ebu Talip onlara izin verdi, yanına girdiler. Dediler ki: 'Ey Ebu
Talip, sen büyüğümüzsün, efendimizsin. Muhammed bizi de incitti, ilâhlarımızı
da incitti. Senin onu çağırmanı, ilâhlarımızla uğraşmasına
engel olmanı istiyoruz. Biz de onu ilâhıyla baş başa bırakırız.' Bunun
üzerine Ebu Talip Hz. Muhammed'i (s.a.a) çağırdı. Peygamberimiz
yanına gelince Ebu Talip ona şunları söyledi: 'Şunlar senin soydaşlarındır,
amca çocuklarındır.' Resulullah (s.a.a) dedi ki: 'Ne istiyorlar?'
Dediler ki: 'Senin bizden ve ilâhlarımızdan vazgeçmeni istiyoruz, o
zaman biz de senden ve ilâhından vazgeçeriz (seni ve ilâhını baş başa
bırakırız).' Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: 'Eğer
size bu sözü versem, siz de bütün Araplara hakim olmanızı, acemlerin
size haraç vermesini sağlayacak bir kelimeyi söyler misiniz?'
Ebu Cehil atıldı: 'Babanın başı için, o kelimeyi de, on fazlasını da
söyleriz. Nedir o kelime?' Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: 'Allah'tan
başka ilâh yoktur, deyin.' Hemen yüzlerini çevirip suratlarını ekşittiler."
"Bunun üzerine Ebu Talip dedi ki: 'Başkasını söyle, çünkü bu söz soydaşlarını
telaşlandırdı, korkuttu.' Peygamberimiz onların umudunu
kesmek amacıyla dedi ki: 'Ey amcacığım, güneşi getirip elime koyana
kadar ben bu dediğimden farklı bir şey söylemem. Hatta güneşi
getirip elime koysalar bile ondan başkasını söylemeyeceğim.' Bunun
üzerine kızdılar ve şöyle dediler: 'Ya bizim tanrılarımıza dil uzatmaktan
vazgeçersin ya da biz de sana ve sana emredene dil uzatırız.' Bu
olay üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: Onların Allah'tan başka yalvarıp
yakardıklarına sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek haksızlıkla
Allah'a söverler." [c.3, s.38]

Ben derim ki: Görüldüğü gibi, bu rivayetin başı ile sonu birbirini
tutmuyor. Çünkü rivayetin başından şu anlaşılıyor: Onlar Hz. Peygamber'den
(s.a.a) ilâhlarından vazgeçmesini istiyorlar. Yani insanları
onların tanrılarını reddetmeye, onlara kulluk sunmayı terk etmeye
yönelik davetine son vermesini istiyorlar. Ancak kendilerine olumlu

510 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

karşılık vermesinden ümitlerini kesince, bu sefer tanrılarına dil uzatması
durumunda kendilerinin de onun ilâhına dil uzatacaklarını
söyleyerek onu tehdit ediyorlar. Oysa konuşmanın akışı, onların Peygamber'i,
putları reddetmeye ilişkin çağrısından dolayı tehdit etmelerini
gerektiriyor. Bunu atlayarak, ilâhlarına dil uzatmasından söz edip,
sonra bundan dolayı onu tehdit etmeleri, konuşmanın akışına
uymuyor. Kaldı ki, ayette kıssanın girişine ilişkin bir işaret de
algılanmıyor, oysa kıssanın özünü de bu oluşturmaktadır.
Öte yandan peygamberlik misyonunun verdiği ağırlık ve Peygamberimizin
(s.a.a) insanlar arası ilişkilerde esas aldığı üstün ve güzel ahlâk,
onun anlamsız sözler olan sövgüden uzak durmasını gerektirmiştir.
Gerçi Peygamberimiz, "Allah'ım falana, falana lânet et." şeklinde
bazı Kureyş ulularına lânet okumuş ve yine bazı ayetlerde, "Küfürleri
(gerçeği kabul etmemeleri) sebebiyle Allah onlara lânet etmiştir." (Nisâ,
46) "Kahrolası nasıl da ölçtü, biçti..." (Müddessir, 19) "Kahrolası insan.."
(Abese, 17) "Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza." (Enbiyâ,
67) şeklinde ifadeler yer almıştır. Ama bütün bunlar bedduadır; sövme,
dil uzatma değil. Dil uzatma ise birini küçük düşürmek, hayalî bir
hakarete maruz kılmak için hakkında kötü ve çirkin söz söylemektir.
Ayrıca, "Hayra engel olan, saldırgan, günahkâr. Kaba, sonra da kötülükle
damgalı." (Kalem, 12-13) ve benzeri ayetlerde yer alan açıklamalar,
gerçeğin ortaya konması türünden ifadelerdir.

Öyle anlaşılıyor ki, Peygamberimize (s.a.a) iman eden avamdan bazı
kimseler müşriklerle tartışıp konuşurlarken onların ilâhlarına sövmüşlerdir.
Nitekim avamdan insanlar tartışmalarında genellikle bu
şekilde davranırlar. Aşağıdaki hadisten de anlaşılacağı gibi, bu ayette
bu şekilde müşriklerin putlarına sövmeleri yasaklanmıştır.
Tefsir'ul-Kummî'de müellif diyor ki: Bana babam, Mes'ade b. Sadaka'nın
şöyle dediğini rivayet etti: "İmam Cafer Sadık'a (a.s), Peygamberimizin
(s.a.a), 'Şirk, karıncanın karanlık bir gecede siyah bir kayanın
üzerindeki yürüyüşünden daha gizlidir.' sözü ile ilgili olarak bir soru
yöneltildi. Buyurdu ki: Müminler müşriklerin Allah'ın dışında taptıkları
ilâhlarına sövüyorlardı, müşrikler de müminlerin ibadet ettikleri
ilâha sövüyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah, müminlerin müşriklerin

En'âm Sûresi / 114-121 ........................................................................................ 511

ilâhlarına sövmelerini yasakladı, ki kâfirler müminlerin ilâhına sövmesinler.
Aksi takdirde müminler bilmeden Allah'a ortak koşmuş olurlar.
Allah bu konuda şöyle buyurmuştur: Onların Allah'tan başka
yalvarıp yakardıklarına sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek haksızlıkla
Allah'a söverler.'" [c.1, s.213]

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Amr et-Tayalisî'den, o da İmam Cafer'den (a.s) şöyle
rivayet eder: "İmama, '...sövmeyin...' ayetini sordum, buyurdu ki:
'Ey Amr, bir kimsenin Allah'a sövdüğünü gördün mü?' Dedim ki: 'Sana
kurban olayım, peki bu nasıl olur?' Buyurdu ki: Allah'ın velisine
söven, ona sövmüş olur." [c.1, s.373, h: 80]

ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde belirtildiğine göre, İbn-i Cerir, Muhammed
b. Kâ'b el-Kurazî'den şöyle rivayet etmiştir: "Resulullah
(s.a.a) Kureyş'le konuştu. Dediler ki: 'Bize Musa'nın bir asasının olduğunu,
bununla taşa vurup yardığını; İsa'nın ölüleri dirilttiğini, Semud
oğullarına mucize olarak bir deve verildiğini anlatıyorsun; sen de bize
bazı mucizeler göster ki, senin sözlerini doğrulayalım.' Resulullah
(s.a.a) buyurdu ki: 'Size neyi getirmemi istersiniz?' Dediler ki: 'Bizim
için Safa tepesini altına dönüştür.' Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: 'Eğer
bunu yapsam, beni doğrular mısınız?' Dediler ki: 'Evet, Allah'a yemin
ederiz ki, eğer bunu yapsan hepimiz sana tâbi oluruz.' Bunun üzerine
Peygamber (s.a.a) kalktı, dua etmeye başladı. Sonunda Cebrail gelip
ona dedi ki: 'Eğer istersen Safa tepesi altına dönüşür; ama buna rağmen
iman etmezlerse onlara azap ederiz. İstersen de onları kendi
hâllerine bırak, içlerinden tövbe edenler gönüllü olarak tövbe etsinler.'
Peygamberimiz dedi ki: 'Öyleyse onların tövbe edecek olanları
gönüllü olarak tövbe etsinler.' Bunun üzerine, 'Olanca güçleriyle... Allah'a
yemin ettiler... Ancak onların çoğu bunu bilmezler.' ayetleri indi."
[c.3, s.39]

Ben derim ki: Rivayette, tefsirini sunduğumuz ayetlerin iniş sebebi
olarak gösterilen hikâye, ayetlerin zahiriyle bağdaşmıyor. Çünkü daha
önce bu ayetlerin zahirinin, onların kendilerine gelen ayetlere inanmadıklarını,
Allah iman etmelerini dilemedikçe mümkün olan her
türlü mucize onlara gelse de onların şirkten ayrılmayacaklarını, Allah-
'ın da onların iman etmelerini dilemediğini haber verdiğini açıkladık.

512 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Ayetler bunu anlattıklarına göre, rivayette belirtildiği gibi Cebrail'in,
"Eğer istersen Safa tepesi altına dönüştürülür; ama buna rağmen inan-
mazlarsa onlara azap ederiz. İstersen de onları kendi hâllerine
bırak, içlerinden tövbe edenler gönüllü olarak tövbe etsinler." şeklindeki
sözleri ayetlerle nasıl bağdaştırılabilir?

Aslında tefsirini sunduğumuz ayetler, verdikleri mesaj itibariyle şu
ayetle aynı kategoriye girerler: "Hiç kuşkusuz, şu kâfirleri uyarsan
da, uyarmasan da, onlar için birdir; onlar inanmazlar." (Bakara, 6) Öyle
anlaşılıyor ki, Kureyş ulularından bazıları Kur'ân'ın dışında birtakım
mucizeler istediler ve eğer bu mucizeler gösterilirse, iman edeceklerine
var güçleriyle yemin ettiler. Ancak yüce Allah bu ayetleri
indirerek onları yalanladı ve onların iman etmeyeceklerini, çünkü
yüce Allah'ın onlara yönelik bir ceza olarak inanmalarını dilemediğini
haber verdi.

Tefsir'ul-Kummî'de, "Biz onların kalplerini ve gözlerini... ters çeviririz."
ayetiyle ilgili olarak deniliyor ki: Ebu Carud İmam Bâkır'dan (a.s) ayetle
ilgili olarak şu açıklamayı rivayet etmiştir: "Kalplerini ters çeviririz,
böylece kalplerinin altı üstüne gelir. Gözlerini kör ederiz, artık hidayeti/
doğru yolu göremezler." Ali b. Ebî Talip (a.s) de demiştir ki: "Sizin
yöneltildiğiniz cihadın bir kısmı elle cihattır; ondan sonra da kalplerinizle
cihat geliyor. Kimin kalbi marufu maruf, münkeri de münker olarak
bilmezse, kalbi tersyüz edilir; böylece altı üstüne gelir ve ebediyen
artık hiçbir hayrı kabul edemez." [c.1, s.213]

Ben derim ki: Bundan maksat, nefsin taşkın hayvansal güçlerinin isteklerini
dengeleyen akliselimden yüz çevirip keyfinin peşine düşmesinden
dolayı algılama yeteneğinin ve bu algılarından kaynaklanan
yargılarının tersyüz olmasıdır.

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Zürare, Hamran ve Muhammed b. Müslim'den
İmam Bâkır ve İmam Cafer'in (selâm üzerlerine olsun), "Biz onların
kalplerini ve gözlerini... ters çeviririz." ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurdukları
rivayet edilir: "İlkin ona inanmadıkları gibi... ifadesiyle onlardan
ilk kez misak (ahit) alındığı gün kastedilmiştir." [c.1, s.374, h:
81]

En'âm Sûresi / 114-121 ........................................................................................ 513

Ben derim ki: "Rabbin, Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini
almıştı..." (A'râf, 172) ayetini tefsir ederken, "misak" (ahit, söz alma)
olayı ile ilgili etraflı açıklamalara yer vereceğiz. Ancak daha önce, ayette
işaret edilen, "onların ilk kez iman etmemeleri"nden maksadın, davetin ilk
dönemlerinde Kur'ân'a iman etmemeleri olduğunu belirtmiştik.