El-Mizân Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:7

                     EN'ÂM SURESİ

                             ( Tamamı:1-165)

                                         İÇİNDEKİLER



Ayetlerin Meâli

122- Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında
yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde olup ondan
hiç çıkamayan kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere, yaptıkları işler böyle
süslü gösterilmiştir.
123- Böylece her kentin büyüklerini, orada tuzak kurmaları için oranın
suçluları yaptık. Oysa onlar kendilerinden baş-kasına tuzak
kurmuyorlar, fakat farkında değiller.
124- Onlara bir ayet geldiğinde, "Allah'ın elçilerine verilenin bir benzeri
bize de verilmedikçe, kesinlikle inanmayız." dediler. Allah, elçiliğini
nereye vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere, Allah katında bir
aşağılık ve yaptıkları hileye karşı çetin bir azap erişecektir.
125- Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm'a açar;
kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü, göğe çıkıyormuş gibi
dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmayanların üstüne işte böyle pislik
çökertir.
126- İşte bu, Rabbinin dosdoğru yoludur. Biz, öğüt alanlar için ayetleri
geniş geniş açıkladık.
127- Rableri katında esenlik yurdu onların (hidayete erenlerin)dır. Ve
O, yaptıkları işlerden dolayı onların velisidir.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

122) Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği
bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde olup ondan hiç çıkamayan
kimse gibi olur mu?


Ayetin anlamı açıktır. Yalın ve sade zihinlerde ilk etapta canlandırdığı
manzara itibariyle bütün müminler ve kâfirler için verilmiş bir örnektir.
Bu örnek üzerinde düşünüldüğü zaman doğru yol üzere olmakla,
sapıklığın gerçek mahiyeti belirginleşir.
Çünkü insan, ilâhî yol göstericilikle karşılaşmadan önce hayat nimetinden
yoksun, his ve hareketten uzak bir ölü gibidir. Allah'a, O'nun
hoşnut olacağı şekilde inanınca, Allah'ın ölümünden sonra dirilttiği
biri gibi olur. Allah ona bir nur verir, istediği her yere onunla ulaşır [o
nur ile etrafını görür]. Hayrı ve şerri, yararlıyı ve zararlıyı onun sayesinde
ayırt eder. Bu sayede faydalı olanı alır, zararlı olanı terk eder;
hayat yolculuğuna böyle devam eder.
Kâfire gelince; o, ölüm karanlığı ve onun da ötesinde cehalet karanlıkları
gibi çıkışı olmayan, kurtuluş yolu bulunmayan karanlıkların ortasına
düşen kimse gibidir. Böyle bir kimse, ne hayrını ve şerrini bilir,

En'âm Sûresi / 122-127 ........................................................................................ 531

ne de faydalı olanla zararlı olanı birbirinden ayırt edebilir. Aşağıdaki
ayetler, bir açıdan tefsirini sunduğumuz ayetle aynı amaca yöneliktirler:
"Ancak işitenler çağrıya icabet ederler. Ölülere gelince Allah
onları diriltecek." (En'âm, 36) "Erkek ve kadından her kim inanmış
olarak iyi bir iş yaparsa, onu dünyada hoş bir hayatla yaşatırız."
(Nahl, 97)

Bu ayette, sapıklık ölüm; iman veya doğru yol üzere olma da hayat;
diriltme hidayete yönelme; nur salih amellerin bilincinde olma; karanlık
da cehalet şeklinde örneklendirilerek kinayeli bir anlatımla sunuluyor.
Bu ifade tarzının temelinde genel anlama ve anlatma hedefi
yatmaktadır. Çünkü bu ayetlere muhatap olanlar, insan için insan olduğu
açıdan, maddî lezzetleri algılama ve bunlara yönelik iradî bir
hareketin, eğilimin menşei olan bu hayvanî hayatın ötesinde bir hayat
öngörmüyorlar.

Onlara göre, sözü edilen bu maddî bağışlar açısından mümin ile kâfir
arasında herhangi bir fark yoktur. Bu, hem mümin, hem de kâfir için
aynı oranda geçerli olan bir yasadır. Dolayısıyla müminin iman nuruyla
dirilen ve insanlar arasında bu nur aracılığıyla yürüyen biri, kâfirin
de sapıklık ölümüyle ölmüş, karanlıklara gömülmüş ve oradan çıkamayan
biri olarak tasavvur edilmesi, somutlaştırıcı ve örneklendirici
bir yöntemle gerçek mahiyetlerinin gözler önüne serilmesini amaçlamaktadır.
Ancak konunun akışı üzerinde iyice düşünüldüğünde, Kur'ân'ın genel
mesajı göz önüne alındığında, ayetin bundan öte bir anlamının olduğu
ve sıradan insanların bu anlamı kolayca kavrayamadıkları anlaşılır.
Çünkü yüce Allah ilâhî direktifler doğrultusunda hareket eden insana
Kur'ân'da ebedî, sonsuz bir hayat izafe eder ve bu hayatın dünyevî
ölümle kesintiye uğramadığını belirtir. Böylece ilâhî direktifler
doğrultusunda hareket eden insan Allah'ın yönetimi, velâyeti altında,
O'nun korumasının kapsamındadır; Allah'ın güvencesiyle korunmaktadır.
Ona hiçbir kötülük ve bozulma sirayet etmez. Yorgunluk ve
bedbahtlık onun semtine uğramaz. O Rabbinin sevgisine dalmıştır,
O'na yakın olmanın coşkusuyla kendinden geçmiştir. Hayırdan başka
bir şey gör-mez, sadece mutlulukla karşılaşır. O güvenlik ve esenlik

532 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

içindedir, korku ve tehlike nedir bilmez. Tükenmez, sonu gelmez bir
mutluluk, coşku ve lezzetin içindedir.

Bu özelliklere sahip olan bir insan, başkalarının göremediklerini görür,
onların işitemediklerini işitir, onların düşünemediklerini düşünür,
isteyemediklerini ister. Evet, onun işlerinin dış görünüşü, hareketlerinin
ve duruşlarının biçimi başkalarının işlerine, hareketlerine ve duruşlarına
benzer, onları çağrıştırır; ama onun başkasında olduğundan
çok daha öte bir bilinci ve iradesi vardır. Çünkü o, diğer insanlarda
olmayan bilinç ve iradenin kaynağı olan hayata sahiptir. Dolayısıyla
mümin başkasında olmayan, başkasında olana benzemeyen bir hayat
türünü yaşamaktadır.

Genel olarak insanlar tıpkı diğer canlılar gibi yaşamanın gereklerine
yönelik bir bilince sahiptirler, bu gerekleri yerine getirmeye ilişkin iradî
bir hareket içindedirler. Ki bu, insanlarla diğer canı türlerinin ortak
özelliğidir. Bununla beraber, insanın diğer canlı türlerinden daha
gelişkin bir canlı türü olduğundan, onun diğer canlı türlerinden daha
üstün bir hayat yaşadığından kuşku duymayız. Çünkü insanın yaşarken
sergilediği etkinlikler, bütünsel düşünceler ve sırf kendisine özgü
akıl yürütmeler başka canlılarda görülmez. Aynı şekilde bitkilerle
karşılaştırdığımızda hayvanlar için, ilkel varoluş evreleriyle karşılaştırdığımızda
bitkiler için böyle bir ayrıcalık öngörürüz. Buna göre her
canlı türü kendisinden önceki varlık evresine göre daha yüksek bir
konuma, daha gelişkin bir hayat biçimine sahiptir.
Dolayısıyla kendisine ilim ve iman verilen, sarsılmaz kesin inanç düzeyine
erişen, artık kendini bütünüyle Rabbine yönelten, Rabbinden
başkasına ilgi duymayan, başkasının algılayamayacağı şeyleri algılayan,
başkasının ulaşamayacağı şeyleri isteyen insan için başkasının
hayatından yüksek bir hayatın, bilincine yol göstericilik yapan bir nurun,
kendisiyle ve hayat ortamıyla birlikte olan bir üstün iradenin olduğuna
hükmetmeliyiz.

Yüce Allah bu hususla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Onu hoş bir
hayatla yaşatırız."
(Nahl, 97) Evet onların bir hayatları vardır; ama
doğası gereği hoştur, bu özelliğiyle bilinen hayatın ötesinde bir
düzeydedir. Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor:"Kalpleri var, fakat

En'âm Sûresi / 122-127 ........................................................................................ 533

anlamazlar; gözleri var, fakat onlarla görmezler; kulakları var, fakat
onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibiler, hatta daha da sapıklar.
Ve işte gafiller onlardır." (A'râf, 179) Burada yüce Allah, kastettiği
kimselerin müminlerinki gibi kalplere, gözlere ve kulaklara sahip olduklarını
belirtiyor; ancak bu organların müminler bağlamında gördükleri
işlevleri onlar açısından olumsuzluyor. Bununla da yetinmiyor,
müminlerin kendilerine özgü bir ruha da sahip olduklarını vurguluyor:
"Allah onların kalplerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile
desteklemiştir."
(Mücâdele, 22)

Bundan da anlaşılıyor ki, mümin bazında hayatın da, nurun da bir
gerçekliği, bir reelliği söz konusudur; sözlü iltifatın, lafzî kapsamın dışına
çıkmayan mecazî anlamda değil. Dolayısıyla Allah katında müminlere
özgü olarak ön görülen nitelikler, insanlar tarafından tasavvur
edilen anlamdan çok daha hayat ismini hak etmektedir. Nitekim
insan denen canlı türünün hayatı hayvanların hayatına, hayvanların
hayatı bitkilerin hayatına göre bu ismi daha çok hak etmektedir.
Buna göre, "Ölü iken kendisini dirilttiğimiz..." ifadesinin anlamı şudur:
Kendisi itibariyle [hidayetten yoksun olduğu için] sapık olan veya
Rabbine iman etmeden önce kâfir olan sapık kimseyi -ki bu da bir tür
ölümdür- biz iman veya hidayet -ki ikisi de aynı kapıya çıkar- hayatını
bahşederek dirilttik ve ona bir nur verdik, yani imanından kaynaklanan
bir ilim bahşettik. Nitekim hem Şiî bilginlerin, hem de Sünnî bilginlerin
rivayet ettikleri bir hadiste Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
"Kim bildiğiyle amel ederse, Allah ona bilmediklerini bahşeder
veya Allah ona bilmediklerini öğretir." Çünkü iman ruhu insanın
içine girip kalıcılık kazanınca, görüşler ve ameller bu imana uygun
şekillere dönüşürler, kesinlikle ona aykırı düşmezler. Aynı durum
üstün ve alçak nitelikli tüm melekeler, karakterler için geçerlidir.
Bunlar da insanın iç dünyasına yerleşince, kendileriyle her bakımdan
benzeşen görüş ve davranışlara dönüşürler.

Bazılarına göre, ayette geçen "nur"dan maksat, iman veya Kur'ân-dır.
Ama bu, ayetlerin akışına uzak bir anlamdır.

Bu nurun mümin üzerindeki en belirgin etkinliği, "insanlar arasında
yürüyebileceği..." şeklinde ifade edilmiştir. Yani kapkaranlık sosyal

534 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

hayatı bağlamındaki yolculuğunda bu nurun aydınlığında yol alır. Öyle
ki bu nur, insanın hayatta mutlu olmasına yarayan faydalı amelleri
alıp, bu hususta zararlı olan amelleri terk etmesini sağlar.
İşte yaşaması ve nura sahip oluşuyla müminin durumu bundan ibarettir.
Acaba mümin, bir başkası "gibi olur mu?" Ki bu başkasının
nitelikleri de şu şekilde ifade edilmiştir: "karanlıklar içinde olup..."
Yani, sapıklık karanlıkları içindedir, iman nurundan yoksundur.
"ondan hiç çıkamayan..." Çünkü ölüm, hayatın etkinliğini
göstermez. Dolayısıyla kâfirin, ahiretine yararlı olacak ve akıbetinin
mutlulukla bezenmesini sağlayacak ameller işlemesini ümit
etmek, doğru değildir.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan şunu anlıyoruz: "karanlıklar
içinde olup ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?" ifadesinin [orijinali
olan "ke-men meseluhu fi'z-zulumat" cümlesinin] takdirî açılımı
şöyledir: "Ke-men hüve fi'z-zulumat=Karanlıklar içinde olan ve oradan
çıkamayan kimse gibi." O hâlde ifadede mahzuf bir müb-teda
["hüve"] vardır ve o mevsula ["men"] dönük zamirdir. Bir görüşe göre
ise, cümlenin takdirî açılımı şöyledir: "Ke-men meseluhu meselu men
fi'z-zulumat=Örneği karanlıklar içinde olanın örneği gibi olan kimse..."
Bunun, takdirî açılımı gereksiz yere arttırmaktan başka bir sakıncası
yoktur.

İşte kâfirlere, yaptıkları işler böyle süslü gösterilmiştir.
Ayetin girişinin akışından, "kezâlike=işte böyle" benzetmesinin, ayrıntının
asıl olana benzetilmesine bir örnek olduğunu anlıyoruz. Bununla
güdülen maksat da genel bir kurala vurgu yapmaktır. Tıpkı şu ayetlerde
olduğu gibi: "İşte Allah hak ve batıl için böyle örnek verir." (Ra'd,
17) "İşte Allah böyle örnekler verir." (Ra'd, 17) Yani, işaret ettiğimiz örneği
bir asıl, bir genel kural olarak al ve rastladığın örnekleri onunla
karşılaştır, mukayese et.

Dolayısıyla, "İşte... böyle süslü gösterilmiştir." ifadesinin anlamı şudur:
Verilen örnekte belirtildiği üzere kâfirler karanlıklarda olup o karanlıklardan
kurtulması söz konusu olmadığına göre, onlara amelleri
de süslü gösterilmiştir. Bu süsleme o kadar çekicidir ki, onlar bu a

En'âm Sûresi / 122-127 ........................................................................................ 535

melleri işlemekten kendilerini alamıyorlar. Bu ameller onları âdeta
hapseder, mutluluk atmosferine çıkıp özgürlüklerine kavuşmalarına
izin vermez. Öyle ki ebediyen nurun uçsuz bucaksız dünyasına ulaşamazlar.
Ve Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.
Bir görüşe göre, "İşte... böyle süslü gösterilmiştir." ifadesindeki teşbihin
gerisindeki anlam şudur: Şunlara iman süslü gösterilip ona göre
amel etmeleri sağlandığı gibi, bunlara da küfür süslü gösterilip ona
göre amel etmeleri sağlanmıştır. Böylece süslü gösterme bakımından
şunların durumu ile bunların durumu benzeşmiştir. Ancak bu yorum
ayetin akışı ile bağdaşmıyor.

123) Böylece her kentin büyüklerini orada tuzak kurmaları için oranın
suçluları yaptık. Oysa onlar kendilerinden başkasına tuzak kurmuyorlar,
fakat farkında değiller.


Ayet şöyle bir mesaj veriyor gibidir: Biz bir topluluğu dirilttik, onlara
insanlar arasında yürümelerini kolaylaştıracak bir nur verdik. Diğer
bir topluluğu da diriltmedik; onlar karanlıklar içindedirler, oradan çıkamazlar.
Kendilerine süslü gösterilen amelleri de onlara fayda sağlamamakta,
onları bu karanlıklardan kurtaramamaktadır. Bunun gibi,
her kentin büyüklerini oranın suçluları yaptık ki, dinsel davete,
Peygamber'e ve müminlere karşı tuzaklar, plânlar kursunlar, entrikalar
çevirsinler. Ama bunun onlara bir faydası olmayacaktır. Çünkü onlar
karanlıklar içindedirler; göremezler. Dolayısıyla kurdukları tuzakların
kendi başlarına geçtiğinin, yaptıkları plânların boşa çıktığının,
entrikalarının ayaklarına dolandığının farkında değillerdir.
Buna göre, "İşte kâfirlere, yaptıkları işler böyle süslü gösterilmiştir."
ifadesi, onların süslü gösterilmiş amellerinin onları içinde bulundukları
karanlıklardan kurtarma hususunda bir fayda sağlamadığını vurgulamaya
yöneliktir. "Böylece her kentin... yaptık..." ifadesi de, işledikleri
amellerin, kurdukları tuzakların başkalarına zarar vermediğini,
tuzaklarının kendi başlarına geçtiğini, ama göz gözü görmez bir karanlık
içinde oldukları için de bunun farkında olmadıklarını vurgulamaya
yöneliktir.

Bir görüşe göre, ayetteki ["kezâlike" kelimesiyle yapılan] benzetmenin
yorumu şöyledir: "Sana anlattığımız örnek gibi, kâfirlere yaptıkları

536 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

işler süslü gösterilmiştir. Yine bunun gibi, her kentin büyüklerini oranın
suçluları yaptık. Aynı şekilde nur sahibini müminlerden yaptık,
dine karşı tuzak kuranları da suçlulardan. Böyle yapmamızın nedeni,
müminlerin tercihlerini iyi kullanıp doğru yolu bulmaları, kâfirlerin de
kötü bir tercih yapıp sapmalarıdır. Dolayısıyla her iki grupla ilgili ifadede
"yapma" fiili "olma" anlamında kullanılmıştır. Ancak ilkinde ilâhî
lütuf, ikincisinde ise tuzak kurma imkânının sağlanması etkin olmuştur."
Ama ne var ki bu yorum, bir ölçüde ayetin akışından uzaktır.
"Böylece her kentin büyüklerini oranın suçluları yaptık." ifadesinin orijinalindeki
"ceale" fiili, "...bir nur verdiğimiz..." ifadesinin orijinalindeki
"ceale" ile aynı anlamda kullanılmıştır. Her ikisine de "yaratma"
anlamı uygun düşmektedir. Dolayısıyla şöyle bir anlam kastedilmiştir:
"Her kentte oranın suçluları olan büyüklerini yarattık ki, orada dinî
davete engelleme amacına yönelik tuzaklar kursunlar."
Onların tuzaklar kurmalarının yaratılmanın gayesi, yapılmanın hedefi
olması, aşağıdaki ayette işaret edildiği gibi ateşe girmenin yüce Allah
tarafından belirlenmiş bir hedef olmasına benzer: "Andolsun, cehennem
için de birçok cin ve insan yarattık."
(A'râf, 179) Tefsirimizin çeşitli
bölümlerinde bunun ifade ettiği anlamla ilgili açıklamalara yer verdik.
[Şöyle ki: "Li-yemkurû" ifadesinin başındaki "lâm=için" edatı, akıbet
ve sonuç bildirme anlamındadır, gaye ve hedef değil.]
Tefsirini sunduğumuz ayette özellikle kentlerin suçlu büyüklerinden
söz edilmesi, tuzağın sonuçta onu kuranların başına geçtiğinin [onların
kazdıkları kuyuya düştüklerinin] vurgulanmasının amaçlanmasından
dolayıdır. Çünkü Allah'a ve ayetlerine karşı önlem alıcı tuzaklar
kurmak, suçluların büyüklerinin başının altından çıkıyor. İnsanların
geri kalan kısmını, çoğunluğunu oluşturan küçük suçlular ise sadece
emir kuludurlar, kuyrukturlar.

"Oysa onlar kendilerinden başkasına tuzak kurmuyorlar, ama farkında
değiller."
ifadesine gelince, bunu şöyle açıklayabiliriz: Tuzaktan
maksat, içinde kötülük ve zarar unsurlarını barındıran iştir. Bu da sonuçta
tuzak kuran kimseye döner. Böylece tuzağı kurarken varmak
istediği hedef bozulur, çabası boşa gider, işi başarısızlıkla sonuçlanır.
Aslında dinsel davetten dolayı yüce Allah'ın bir beklentisi yoktur.

En'âm Sûresi / 122-127 ........................................................................................ 537

Bundan kendisine bir fayda beklemiyor. Onun faydası davet edilen
kişi açısından söz konusudur. Şayet bir insan Allah'a ve ayetlerine
karşı bir tuzak kursa, bununla dinsel davetin önüne geçmeyi hedeflese,
bu bağlamda davetçilerin harcadıkları çabaların başarılı olmasını
engellese, o, farkında olmadan kendisine zarar vermiş, kendi aleyhine
bir tuzak kurmuş olur. Neticede kendine zarar vermiş olur,
Rabbine değil.

124) Onlara bir ayet geldiğinde, "Allah'ın elçilerine verilenin bir benzeri
bize de verilmedikçe, kesinlikle inanmayız." dediler. Allah, elçiliğini nereye
vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere, Allah katında bir aşağılık ve yaptıkları
hileye karşı çetin bir azap erişecektir.


"Allah'ın elçilerine verilenin bir benzeri bize de verilmedikçe, kesinlikle
inanmayız..." ifadesiyle, dinsel davet için gerekli olan unsurlarla birlikte
risaletin, elçiliğin kendisini istiyorlar, salt temel veya ayrıntı nitelikli
dinsel bilgileri değil. Öyle olsaydı, "Allah'ın peygamberlerine verilenin
bir benzeri..." [yani ayetin orijinalinde "rusulullah" değil de, "enbiyâullah"
demeleri] veya buna benzer bir ifade kullanmaları daha uygun
olurdu. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Allah bizimle konuşmalı, ya da
bize bir ayet gelmeli değil miydi?" (Bakara, 118) "Bize meleklerin indirilmesi
ya da Rabbimizi görmemiz gerekmez miydi?" (Furkân, 21)
Bu ifadelerde demek istiyorlar ki, elçilere verildiği gibi bize de risalet
verilmedikçe asla iman etmeyiz. Aslında bu ifadenin altında bir tür
alay etme amacı da yok değildir. Çünkü onlar risaleti ilke olarak kabul
etmiyorlardı. Dolayısıyla aşağıdaki ayette yer alan sözlerine benzer
bir ifadeyle karşı karşıyayız: "Ve dediler ki: Bu Kur'ân iki kentten,
büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 31) Nitekim bu ayetteki
talebe verilen, "Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar?"
(Zuhruf, 32) şeklindeki cevapla, söz konusu ayetteki talebe verilen,
"Allah, elçiliğini nereye (elçilik görevini kime) vereceğini daha iyi
bilir." şeklindeki cevap arasında bir benzerlik vardır.
Buraya kadar yapılan açıklamalardan anlaşılıyor ki, "Onlara bir ayet
geldiğinde... dediler." ifadesindeki zamir ["hum=onlar", önceki ayetin
akışı içinde yer alan, "her kentin büyüklerini… oranın suçluları yaptık..."
ifadesindeki büyük suçlulara dönüktür. Eğer bu zamir müşrikle-

538 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rin geneline yönelik olsaydı, "Allah'ın elçilerine verilenin bir benzeri
bize de verilmedikçe" sözünün bir anlamı kalmazdı. Çünkü herkesi
elçi yaptıktan sonra ortada kendisine elçi gönderilecek biri kalmadığına
göre artık bütün insanların elçi olarak görevlendirilmesinin bir
mantığı olmaz. Kaldı ki, "Allah elçiliği nereye vereceğini daha iyi bilir."
sözü de onlara cevap olması açısından bir anlam ifade etmezdi. Tam
tersine, böyle bir şeyi söylemenin anlamsız bir talep olduğunu belirtmek
daha yerinde bir cevap olurdu. Nitekim yukarıda buna işaret ettik.
Ayrıca ayetin sonunda yer alan azap tehdidi de bu söylediklerimizi
destekler niteliktedir: "Suç işleyenlere, Allah katında bir aşağılık ve
yaptıkları hileye karşı çetin bir azap erişecektir." Çünkü burada onların
suçlulukla nitelendirildiklerini ve azaba maruz kalmalarının da tuzak
kurmaları şeklinde gerekçelendirildiğini görüyoruz. Önceki ayette
ise, tuzak kurma kentin suçlu büyüklerine izafe edilmiştir. Ayette geçen
"sağâr" kelimesi, alçaklık, zillet anlamına gelir.

125) Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm'a açar.

Ayetin orijinalinde geçen "yeşreh" kelimesinin kökü olan "eş-şerh",
açma, yayma anlamına gelir. Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde,
bu sözcüğün aslının et ve benzeri şeyleri açma, yayma anlamına
geldiğini söyler. İlim ve irfanın kabı sayılan göğsün açılması ise, göğsün,
karşılaştığı tüm hak nitelikli bilgileri kavraması, kendisine iletilen
hiçbir hak ifadeyi reddetmeyecek şekilde genişletilmesi anlamını
ifade eder. Nitekim buna karşıt bir manzara olarak tasvir edilen sapıklığın
niteliğinden de bu yönde bir anlam çıkarmak mümkündür.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "...onun göğsünü dar ve tıkanık yapar."
Buna göre yüce Allah, kimin göğsünü, yüce Allah'a teslim olmak anlamına
gelen İslâm'a açmışsa, göğsünü genişletmiş, yaymış demektir.
Artık o göğüs Allah tarafından sunulan her gerçek inancı, her dinsel
salih ameli kabule hazırdır. Allah ona hak bir söz yönelttiğinde
derhal içine alır, salih bir amel sunduğunda derhal uygular. Bunun
nedeni, onun basiret gözünün açık olması, ilâhî bir nurla görüyor olmasıdır.
Bu nur, hak bir inanca iliştiğinde onu hemen aydınlığa çıkarır;
salih bir amele rastladığında, derhal onu gün yüzüne çıkarır. Ama
kalp gözü kör olan kişi bakımından durum, bunun aksini gös

En'âm Sûresi / 122-127 ........................................................................................ 539

termektedir. Böyle insanlar hak ile batılı birbirinden ayıramazlar,
doğru ile yalanı ayrıt edemezler. Ulu Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Zira gözler kör olmaz; fakat asıl göğüslerdeki kalpler kör olur."
(Hac, 46)

Yüce Allah bir başka ayette de göğüslerin İslâm'a açılmasını aynı şekilde
açıklamıştır: "Allah'ın göğsünü İslâm'a açıp da Rabbinden bir
nur üzerde olan kimse (başkasına benzer) mi? O hâlde Allah'ı anmaktan
yüz çevirip de yürekleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun!"
(Zümer, 22) Burada yüce Allah göğsü İslâm'a açılan kimseyi tanımlarken,
onun Allah katından bir nur ile hareket ettiğini vurguluyor, bu
nur yolculuğu esnasında onun önünü aydınlatıyor. Sonra onu, katı
kalplilerle karşılaştırdığı için kalp yumuşaklığı ile vasfediyor; kalbinin
bu yüzden Allah'ın zikrini hemen kabul ettiğini, katı kalpliler gibi ilâhî
zikri reddetmediğini belirtiyor. Sonra da şöyle buyuruyor:
"Allah sözün en güzelini, birbirine benzer, ikişerli kitap hâlinde indirdi.
Rablerinden korkanların, ondan derileri ürperir, sonra derileri ve
kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar. İşte bu Allah'ın hidayetidir, dilediğini
bununla doğru yola iletir. Ama Allah kimi sapıklığında bırakırsa, artık
ona yol gösteren olmaz."
(Zümer, 23)

Bu ayette kalplerin Allah'ın zikrine karşı yumuşamasından, gönüllü
olarak hakka uymasından söz ediliyor. Bu bağlamda bunun ilâhî
hidayet/yol göstericilik olduğuna, Allah'ın bununla dilediğini doğru
yola ilettiğine işaret ediliyor. Tam bu noktada, Zümer Suresi'nin bu
ilgili ayetiyle, bizim tefsirini sunduğumuz ayetin aynı anlam üzerinde
birleştiklerini görüyoruz. Buna göre, yüce Allah kullarından birini
hidayete erdirdiğinde onun göğsünü açar, böylece bütün hak nitelikli
inanç ilkelerini ve bütün salih amelleri içine alacak genişliğe
kavuşur; büyük bir yumuşaklıkla, esneklikle bütün bunları kabul
eder, kesinlikle katılaşarak reddetmez. Bu, bir tür manevî nurdur;
hak nitelikli sözü ve salih ameli aydınlatır, bu nura sahip olan kişiye
yardımcı olur, aydınlattığı gerçeklere sarılmasını sağlar. Dolayısıyla
bu nur, ilâhî yol göstericiliği tanımayı sağlayan bir tanıtıcı rehber
konumundadır.

Bundan da anlıyoruz ki, "Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun

540 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

göğsünü İslâm'a açar." ifadesi, "Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve
kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kimse..."

ifadesine ilişkin bir başka açıklama mahiyetindedir. Öte yandan,
"Allah kimi hidayete erdirmek isterse..." ifadesinin içerdiği ayrıntı,
iki açıklamadan birinin ötekisi için, onun kaçınılmaz sonucu
imiş gibi, ayrıntı işlevini görmesine tipik bir örnektir. Nitekim iki açıklamanın
birbirlerini onaylaması, doğrulaması birini diğerinin sonucu,
ayrılmaz ayrıntısı hâline getirir, öyle algılanmasını sağlar. Bu
ise, ayetin akışı açısından göz önünde bulundurulması gereken ince,
sanatsal bir ayrıntıdır.

Dolayısıyla tefsirini sunduğumuz ayetin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir:
Ölü iken yüce Allah'ın bu şekilde dirilttiği kimse, bu şekilde
Rabbinden bir nur üzere oluyorsa, bu nur aracılığıyla inanmak
zorunda olduğu hak nitelikli inanç ilkelerini ve uygulamakla yükümlü
olduğu amelleri görüp pratik hayatında uyguluyorsa, bu demektir ki,
yüce Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm'a açar,
Rabbine teslim olmaya, O'na ibadet etmekten kaçınmaya elverişli
hâle getirir. Buna göre İslâm, Allah'tan bir nurdur ve Müslümanlar
da Rableri katından gelmiş bir nur üzeredirler.

Kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü, göğe çıkıyormuş gibi dar ve
tıkanık yapar.

Saptırma, hidayetin/doğru yola iletmenin karşıtı bir olgudur. Bu yüzden
saptırmanın sonuçları da doğru yola iletmenin sonuçlarının karşıtı
şeklinde tezahür ederler. Nitekim hidayetin yansıması, göğsün açık ve
geniş olmasıdır; aynı şekilde hidayetin karşıtı olan saptırmanın da yansıması,
daralma ve tıkanmadır. Bunun da sonucu, daralan göğsün
kendisine sunulan hak nitelikli inanç ilkelerini, doğruluğu kabul etmemesi,
hak ve doğruluğun ona girecek bir yol bulamamasıdır. Bu yüzden
göğsün daralmasının hemen ardından onun tıkanık olması (harec) da
ifade edilerek gerçek mahiyeti çarpıcı bir şekilde ifade edilmiştir.
Mecma'ul-Beyan adlı eserde de belirtildiği gibi, "el-harec"; darın darı,
en dar demektir. el-Müfredatta şöyle deniyor: "el-Harec ve el-herâc
kelimeleri, bir araya gelmekte olan iki şey arasındaki dar aralık an

En'âm Sûresi / 122-127 ........................................................................................ 541

lamına gelirler. Bu yüzden dar olan bir şeye ve günaha 'harec' demişlerdir."
Dolayısıyla, "göğe çıkıyormuş gibi... tıkanık yapar." ifadesi, "zîg =dar"
sözcüğünün açıklaması niteliğindedir. Bununla, ayette sözü edilen
darlığın bir açıdan dar kapların durumuna benzediğine işaret edilmek
istenmiştir. Nitekim bu kaplara kendilerinden büyük veya geniş bir
şey sokulmak istenirse girmez.

Allah, inanmayanların üstüne işte böyle pislik çökertir.
Burada inanmayanların saptırılmalarına ilişkin genel bir kurala yer
veriliyor. O da şu ki, onlar Allah'a teslim olma ve hakka boyun eğme
hâlini yitirmişlerdir. Ayetlerin ana konusu Allah'a yönelik imanın bulunmayışı,
yani O'na ortak koşulması etrafında dönmekle beraber, bu
ifadede "inanmama" genel ve mutlak bir nitelik olarak sunuluyor
[neye inanma açıklanmıyor]. Ancak ayette yer alan önceki açıklamalar,
hem insanların Allah'a inanmamalarını, yani O'na ortak koşmalarını,
hem de O'nun ayetlerine inanmamalarını, yani Allah'ın indirdiği
bazı bilgi ve hükümleri reddetmelerini kapsamaktadır. Bütün bunlara
şu ifadelerle işaret edilmiştir: "göğsünü İslâm'a açar...", "yürüyebileceği
bir nur verdiğimiz...", "göğsünü... dar ve tıkanık yapar." Ayrıca
daha önceki ayetlerin birinde yer alan şu ifadeyi de bu kapsama almak
gerekir: "karanlıklar içinde olup ondan hiç çıkamayan..."

Ayette imansızlığın özdeşi olarak gündeme getirilen sapma, pislik olarak
nitelendiriliyor. Ama burada, "inanmayanların üstüne..." ifadesinde
işaret edildiği şekliyle bir tür yukarıda olma durumu söz konusudur.
Sanki bu pislik onların üstündedir, onları çepeçevre kuşatmıştır
ve onlarla başkalarını birbirlerinden ayırmaktadır. Bu yüzden insanlar
onlardan tiksinmektedirler. Tıpkı pisliğe bulaşmış bir yiyecekten
tiksindikleri gibi.

Bazıları bu ayetten hareketle hidayetin ve sapıklığın yüce Allah'tan
olduğu, Allah'tan başkasının bu hususta bir etkinliğinin olmadığı sonucuna
varmışlardır ki bu tür bir çıkarsama yanlıştır. Çünkü ayet -
daha önce de vurguladığımız gibi- Allah'tan olan hidayet ve saptırmanın
gerçek mahiyetini açıklamaya yöneliktir. Bir açıdan bunları
tanımlamakta, sınırlarını belirleyerek belirginleştirmektedir. Bu

542 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ayette, iddia edildiği gibi, bu ikisinin sırf Allah'tan olduklarının, başkasının
bunda bir etkinliğinin olmadığının açıklanması amaçlanmamaktadır.
Bu da gayet açık bir şekilde ayetin akışından anlaşılmaktadır.
Bunun benzeri bir diğer görüş de diğer bazıları tarafından ileri sürülmüştür:
"Bu ayet, lafzı itibariyle hidayet ve saptırmanın yüce Allah'tan
olduğuna ilişkin görüşümüze delâlet ettiği gibi, yine lafzı itibariyle
bunun böyle olduğuna ilişkin aklî bir kanıt da sunmaktadır."

"Şöyle ki: Kul aynı oranda hem imana, hem de küfre güç yetirebilir.
Bu hususta iki ihtimal arasında eşitlik vardır. Dolayısıyla bu iki hâlden
şunun değil de bunun meydana gelmesini gerektirecek bir tercih
söz konusu olmadan, onlardan birinin meydana gelmesi imkânsızdır.
Bu bağlamda belirleyici olan tercih ise, kalbî eğilimdir. Ki bu kalbî eğilim
ancak söz konusu fiilin bir maslahatı veya menfaati kapsadığına,
ağırlıklı bir zararının veya bozgunculuğunun olmadığına ilişkin bir
bilgi veya inanç ya da zannın oluşmasıyla meydana gelir. Kalpte bu
tür etkenlerin [bilgi, inanç veya zannın] meydana gelmesi de yalnızca
Allah tarafından gerçekleşebilir. Buna göre insanın bir işi yapması için
ona güç yetiriyor olması tek başına yeterli değildir, onun yanında
kalpte bu etkenlerin de gelmesi gereklidir."

"Bu gerçek bütün çıplaklığıyla ortaya çıktığına göre şunu söyleyebiliriz:
Allah bir insanın kalbinde imanın tercih edilmesine ilişkin etkenler
var etmedikçe, ondan imanın sadır olması imkânsızdır. Allah insanın
kalbinde imanın tercih edilmesine ilişkin etkenler meydana getirdiğinde
ise, imana yönelik bir eğilim, nefiste inanmaya ilişkin bir
yatkınlık ve arzu ortaya çıkar. İşte göğsün açılması bu demektir. Böyle
bir insanın kalbinde aksi etkenler yaratılmadığı sürece küfre girmesi
imkânsızıdır. Karşıt etkenlerin yaratılması ile birlikte de imandan
kaçış, yüzü ekşitiş ortaya çıkar. Kalbin dar ve tıkanık yapılmasından
da maksat budur. Bu durumda ayetin açılımı şöyle belirginlik kazanıyor:
Allah kimin iman etmesini dilerse, ondaki iman etkenlerini
güçlendirir; kimin de küfre sapmasını dilerse, onu imandan alıkoyan
etkenleri güçlendirir, küfrüne yol açan sebepleri pekiştirir. O hâlde,
aklen de gerçeğin böyle olduğu kesinlik kazandığına göre, Kur'ân bu

En'âm Sûresi / 122-127 ........................................................................................ 543

anlatımıyla aklî kanıtları da içermektedir." (Bir müfessirden yaptığımız
özet alıntı burada sona erdi.)

Şimdi bu görüşün eleştirisine geçiyoruz:

Birincisi: Bir şeyin, varoluşunun sebeplerinin ve öncüllerinin yaratılması
açısından yüce Allah'a izafe edilmesi, onun Allah'tan başkasına
bir başka açıdan izafe edilmesini olumsuzlamaz. Aksi takdirde, evrensel
nedensellik yasasının geçersiz olması gerekirdi. Evrensel nedensellik
yasasının geçersizliği ise, tâ baştan aklî kanıtı ortadan kaldırır.
Şu hâlde bir şey, örneğin hidayet ve dalâlet, gerçek olarak yüce
Allah'a izafe edildiği hâlde, yüce Allah'tan başkasına da aynı şekilde
izafe edilebilir ve bunda bir çelişki de yoktur.

İkincisi: Ayette yüce Allah'ın hidayet ve sapma bağlamında yaptığının,
kalbi genişletip daraltması olduğuna işaret ediliyor. Bunlar ise,
kesinlikle kalbin bir şeyden nefreti veya bir şeyi arzulaması değildirler.
Bu demektir ki ayetin, sözü edilen müfessirin değerlendirmesiyle
bir ilgisi yoktur. Dolayısıyla kulun bir işin gerçekleşmesini istemesinin
onu arzulamasını, istememesinin de bu fiile yönelik nefretinin olmasını
gerektirmesi tek başına, kalbin geniş veya dar kılınmasının anlamının,
söz konusu ameli istemesi veya reddetmesi olduğunu kabul
etmemiz için yetmez. O hâlde, sözü edilen müfessirin karşılaştırma
yaptığı iki şeyden birini diğerinin yerine koymak suretiyle demagoji
yapmıştır. Daha da ilginç olanı, kendince geliştirdiği aklî kanıtın ayete
uymasından dolayı, ayetin lafzının bu kanıtı içerdiğinin kanıtı olarak
algılanması gerektiğini söylemesidir.

Üçüncüsü: Daha önce belirttiğimiz gibi ayet, yüce Allah'ın bir kulunun
hidayete ermesini veya sapıtmasını dilediğinde, ne yaptığının açıklanmasına
yöneliktir. Fakat hidayet ve saptırmanın tamamının yüce
Allah'tan olması, O'ndan başkasının bu hususta bir etkinliğinin olmaması
durumuna gelince, ayetin açıklamasının amacı bunu vurgulamak
değildir. Çünkü ayet, gerçek de olsa, hidayet ve saptırmanın
yüce Allah'tan olduğunu anlatma amacına yönelik değildir.

126) İşte bu, Rabbinin dosdoğru yoludur. Biz, öğüt alanlar için ayetleri
geniş geniş açıkladık.


544 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Burada, önceki ayette, yüce Allah'ın birinin hidayete ermesini veya
sapmasını dilediğinde yaptığı fiillere yönelik bir işaret yer almaktadır.
Daha önce "sırat" ve onun "müstakîm" oluşunun ne anlama geldiğini
açıklamıştık. Bununla yüce Allah, hidayete ermeyi dilediğinde göğsü
İslâm'a açmasını ve saptırmayı dilediğinde göğsü dar ve tıkanık
yapmasını dosdoğru yolu ve yürürlükteki yasası olarak nitelendiriyor.
Bu yasa değişmez, etkisiz hâle getirilmez. O hâlde hiçbir mümin yoktur
ki, göğsü Allah'a teslim olmaya açık hâle getirilmiş olmasın. Mümin
olmayanların durumu ise bunun aksini sergilemektedir.
Buna göre, "İşte bu, Rabbinin dosdoğru yoludur." ifadesi, önceki ayette
sözü edilen tanımın, hidayet ve sapıklıkla ilgili dört dörtlük bir tanım
olduğunu vurgulamaya ilişkin ikinci bir açıklama ve pekiştirme
mahiyetindedir. Ardından yüce Allah, bu açıklamayı şu sözleriyle pekiştiriyor:
"Biz, öğüt alanlar için ayetleri geniş geniş açıkladık." Yani
öğüt, alan, düşünen ve yüce Allah'ın öz yaratılışına yerleştirdiği fıtrî
bilgilere ve ilkesel inançlara başvuran insan açısından hak söz apaçık
ortadadır. İnsan kendi öz yaratılışına yerleştirilmiş bulunan bu gerçeklere
başvurduğunda, her türlü gerçeği tanıma ve onları her türlü
batıldan ayırma imkânına kavuşabilir. Bununla beraber, yüce Allah
yine de açıklamayı üstleniyor. Çünkü insana kanıtı gösterdikten sonra
onu sonuca ulaştıran da O'dur.

127) Rableri katında esenlik yurdu onlarındır. Ve O, yaptıkları işlerden
dolayı onların velisidir.


Ayetin akışının zahirinden anlaşıldığı kadarıyla "selâm"dan, sözcüğün
sözlük anlamı, yani esenlik kastedilmiştir. Açık ve gizli felâketlerden
uzak olma yani. Esenlik yurdu ise, orada oturan kimsenin ölüm, sakatlık,
hastalık, yoksulluk, yoksunluk, birini kaybetme, üzülme, kederlenme
gibi felâketlerin tehdidi altında yaşamadığı yer demektir.
Özellikle ifadenin, "Rableri katında..." ifadesiyle kayıtlandırıldığını göz
önünde bulundurduğumuz zaman, bununla vaadedilen cennetin kastedildiği
anlaşılıyor.

Evet; şu da var ki: Daha bu dünyadayken, yüce Allah'ın dostlarının,
velilerinin esenlik yurdunda vaadedilen nimetlere kavuştukları bir
gerçektir. Çünkü onlar mülkün yüce Allah'a ait olduğunu, kendi

En'âm Sûresi / 122-127 ........................................................................................ 545

lerinin hiçbir şeye sahip olmadıklarını görüyorlar, dolayısıyla bir şeyi
yitirmekten korkmazlar, yitirdiklerinde ise üzülmezler. Nitekim ulu Allah
bir ayette şöyle buyurmuştur: "İyi bilin ki, Allah'ın velilerine korku
yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Yûnus, 62) Onlar Rablerinden
başkasıyla ilgilenmezler, hayatlarında O'nunla baş başadırlar. Dolayısıyla
Rablerinin yanında -hem de daha bu dünyada yaşarken- esenlik
yurdu içindedirler. O, yaptıkları güzel şeylerden dolayı onların velisidir.
Yaptıkları güzel şeyler de, dünyada yüce Allah'ın kalplerine yerleştirdiği
ilâhî hidayet nurunun aydınlığında hareket etmeleridir. Allah
bu nur aracılığıyla onların gözlerini ve basiretlerini aydınlatmıştır.

Bazılarına göre; "es-Selâm'dan maksat, yüce Allah'tır. O'nun yurdu da
cennettir." Ama ayetin akışı böyle bir çıkarsamaya elverişli değildir.
Ayetteki çoğul zamirleri, söylendiği üzere, "öğüt alanlar için..." ifadesinin
orijinalinde geçen "kavim" sözcüğüne dönüktür. Çünkü bu zamirlerin
döndürülebileceği en yakın merci budur. Ancak ayet üzerinde
düşündüğümüz zaman zamirlerin, sözü edilen hidayetle "doğru yolu
bulanlar"a yönelik olmasının daha güçlü bir ihtimal olduğu anlaşılacaktır.
Çünkü ayetlerin içeriği ana teması onlarla ilgilidir ve yüce Allah'ın
onlara yönelik güzel muamelesi açıklanmaktadır. O hâlde, ayette
işaret edilen güzel vaadin de onlara yönelik olması gerekmektedir.
Öğüt alan kavim ise, sözün akışı itibariyle ayette zikredilmiştir.

İLÂHÎ YOL GÖSTERİCİLİĞİN (HİDAYETİN) ANLAMI

Bildiğimiz anlamıyla hidayet (yol göstericilik), hangi açıdan bakılırsa
bakılsın, fiillerin tanıtımı ve nitelendirilmesi amacıyla kullanılan bir
kelimedir. Araplar, "Hedeytu fulanen ila emrin keza=falan adamı şu
işe hidayet ettim." derler. Burada kastedilen, o işe nasıl ulaşılacağının
anlatılması veya ona varmasını sağlayacak yolun gösterilmesi
kastedilmiştir. Bu, yol gösterme anlamında hidayettir. Veya birinin elinden
tutar, yol boyunca ona eşlik ederek, onun istediği yere ulaştırırsın.
Bunun adı da, amaca ulaştırma anlamında hidayettir,
kılavuzluktur.

Bu hususların tümü bağlamında objeler dünyasında meydana gelen
ise, kişinin gerçekleştirdiği eylem çeşitleridir; yolu açıklama veya

546 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

gösterme (yol göstericilik) ya da yol gösterilen kişiyle beraber yürüme
(kılavuzluk) gibi. Ancak hidayetin kendisi, eylemin tanıtıcı formasyonudur
ve amaçla ilintilidir. Nitekim yol gösterilen kişinin, bunun sonucunda
sergilediği fiil de "ihtidâ" (gösterilen yola iletilme) şeklinde
nitelendirilir. Bu bağlamda yüce Allah'a izafe edilen hidayet -bu yüzden
güzel isimlerinden biri olan "el-Hadî" şeklinde isimlendirilmiştiryüce
Allah'ın rahmet ve rızk gibi fiillerinden algılanan fiil sıfatlarının
kapsamına girer.

Yüce Allah'ın hidayeti ise iki türlü olur:

Birincisi: Tekvinî/Varoluşsal hidayet.
Bu, varoluşsal olgularla ilintilidir.
Yaratılan tüm varlık türlerine, yaratılmalarının amacını oluşturan olgunlaşma
hedefine doğru yol almalarına, bu amacı gerçekleştirmeye
yönelik fiillerini işlemelerine yöneltmesi gibi. Yüce Allah'ın, yaratılan
her canlıyı, kendisi için takdir edilen işlere yöneltmesi ve varoluşu için
öngörülen eceli doldurmaya iletmesi de bu tür hidayetin/yol göstericiliğin
kapsamına girer. Nitekim ulu Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"O, her şeye yaratılışını verip sonra hidayet edendir." (Tâhâ,
50) "O ki her şeyi yarattı, düzenledi. Ve O ki her şeyin miktarını, biçimini
belirleyip (hedefini) gösterdi." (A'lâ, 2-3)

İkincisi: Teşriî/Yasama nitelikli hidayet. Bu ise, hak esaslı inanç ilkeleri
ve salih ameller gibi yasama nitelikli olgularla ilintilidir. Bunlar da
emir, yasak, diriltme, azap etme, emre uyanlara ödül, emre uymayanlara
azap vaadetme gibi hususlar bağlamında söz konusudur.
Bu hidayet bir tür yol gösterme şeklindedir. Nitekim yüce Allah bir
ayette şöyle buyurmuştur: "Biz onu yola hidayet ettik: Ya şükredici
veya nankör olur." (İnsân, 3)

Bu hidayetin kapsamına giren bir kısım yol göstericilik de, kişiyi amacına
ulaştırma şeklindedir. Bir ayette yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Dileseydik elbette onu ayetlerle yükseltirdik; fakat o, yere saplandı
ve hevesinin peşine düştü."
(A'râf, 176) Yüce Allah bu tür hidayeti
şöyle tanımlar: "Allah kimi doğru yola iletmek isterse, onun göğsünü
İslâm'a açar."
(En'âm, 125)

Buna göre, bu tür hidayet, kalpte özel bir açılımın meydana getiril

En'âm Sûresi / 122-127 ........................................................................................ 547

mesidir. Bu şekilde açılıma kavuşturulan kalp hak sözü ve salih ameli
kapsayacak hâle gelir, bunları algılarken daralmaz. Buna özel bir
hazırlanış da diye biliriz. Bu sayede kalp Allah'ın emirlerine teslim
olmaktan kaçınmaz, O'nun hükmünü benimseme hususunda herhangi
bir daralma ve tıkanıklık hissetmez.

Yüce Allah bir ayette bu olguya şu ifadelerle işaret etmiştir: "Allah-
'ın göğsünü İslâm'a açıp da Rabbinden bir nur üzere olan kimse
(başkasına benzer) mi?... İşte bu Allah'ın hidayetidir, dilediğini bununla
doğru yola iletir." (Zümer, 22-23) Ulu Allah hidayetini bu ayette
"nur" olarak tanımlamıştır. Çünkü kalp bu nur sayesinde hak söze
teslim olmak, doğru ameller işlemek gibi içermekle, sahip olmakla
yükümlü olduğu şeylerle, batıl söz ve bozguncu amel gibi hiçbir
şekilde bünyesinde yer vermemesi gereken şeyleri birbirinden ayırt
eder.

Yüce Allah başka bir yerde, seçkin peygamberleri hidayete erdirişinden,
onlara büyük nimetler bahşedişinden söz ederken bu hidayete
ilişkin diğer bir tablo çizer: "Onları seçtik ve onları hidayet ettik.
İşte bu Allah'ın hidayetidir, kullarından dilediğini buna iletir."
(En'âm, 87-88) Bu ifadeyi tefsir ederken demiştik ki: Ayet, şunu açık
bir şekilde gösteriyor ki Allah'ın hidayeti, kendisine uyanları doğru
yola, düz bir hareket metoduna iletir. Bunda farklılık ve ihtilâf olmaz.
Onun, ilâhî bilgilerden ve yasalardan meydana gelen dini demek
olan yolunun bazı bölümleriyle diğer bazı bölümleri arasında
çelişki olmaz. Çünkü bölümlerin tümü katışıksız, öz tevhidi temsil
ederler. Tevhit ise, değişmez ve tek bir gerçekliktir. Sonra bu yolun
bütün bölümleri ilâhî fıtrata, yaratılış yasasına dayanırlar. İlâhî fıtrat
ise yargılarında yanılmaz, kendi içinde dönmüşüm yaşamaz,
gereklerinde farklılıklar arz etmez.

Sonra bu yolun yolcuları, bu dinin taşıyıcıları da birbirlerine kaynaşmış
hâldedirler, aralarında ihtilâf ve çelişme olmaz. Dolayısıyla Allah-
'ın peygamberlerinden birinin davet ettiği, bütün peygamberlerin davet
ettiği gerçektir. En son peygamberin insanlığı teşvik ettiği hayat
biçimi, en ilk peygamberin, Âdem'in teşvik ettiği hayat biçiminin aynısıdır.
Aralarındaki tek fark birinin kısa ve öz, birininse geniş ve ay-

548 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rıntılı olmasıdır.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Zeyd'den şöyle rivayet eder:
İmam Bâkır'ın (a.s), "Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar
arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kimse..." ayetiyle ilgili olarak
şunları söylediğini duydum: "Hiçbir şeyi bilmeyen, tanımayan, anlamayan
ölü yani. 'yürüyebileceği bir nur...' Uyacakları, peşinden gidecekleri
bir imam. 'karanlıklar içinde olup ondan hiç çıkamayan kimse
gibi olur mu?' İmamı tanımayan kimse yani." [c.1, s. 185, h: 13]

Ben derim ki: Bu rivayet bir tür uyarlama ve genel bir tanımlamayı
özel bir olguyla örtüştürme mahiyetindedir. Çünkü ayetin akışı, hayatın
iman ve nur olmasını öngörmektedir. Bu da hak söze ve salih amele
yöneltilme anlamında ilâhî hidayet demektir.

Suyutî ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirinde Zeyd b. Eslem'den, ayetin
Ammar b. Yasir hakkında indiğini rivayet eder. Ayrıca İbn-i Abbas ve
Zeyd b. Eslem'den, ayetin Ömer b. Hattap ve Ebu Cehil b. Hişam
hakkında indiği rivayet edilmiştir. [c.3, s.43] Ancak ayetin akışı, anlamının
özele indirgenmesine elverişli değildir.

Yine ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde, İbn-i Ebî Şeybe, İbn-i Ebî Dünya,
İbn-i Cerir, Ebu'ş-Şeyh, İbn-i Mürdeveyh, el-Hâkim ve Beyha-kî "eşŞuab"
adlı eserde çeşitli kanallardan İbn-i Mesud'dan şöyle rivayet
ederler: "Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm'a
açar." ayeti indiğinde Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Allah kalbe
nuru yerleştirdiğinde kalp açılır, genişler." Orada bulunanlar dediler
ki: "Bunun bir belirtisi var mıdır?" Buyurdu ki: "Sonsuzluk yurduna eğilimli
olma (yönelme), aldanış yurdundan uzaklaşma, ölüm gelmeden
ölüme hazır olma." [c.3, s.43]

Ben derim ki: Aynı eserde bu hadisi, bir grup müfessir Ebu Cafer
Medainî, el-Fazl, el-Hasan ve Abdullah b. Sur gibi tâbiîn kuşağına mensup
bilginler kanalıyla Resulullah'tan (s.a.a) rivayet etmiştir. [c.3, s.45]
el-Uyun'da, müellif kendi rivayet zinciriyle Hamdan b. Süleyman en-
Nişaburî'den şöyle rivayet eder: İmam Rıza'dan (a.s), "Allah kimi hi

En'âm Sûresi / 122-127 ........................................................................................ 549

dayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm'a açar." ayetinin anlamını
sordum. Buyurdu ki: "Yüce Allah kimi dünyada kendisine iman
etmeye, ahirette de saygınlık ve onur yurdu olan cennete iletmek
isterse, onun göğsünü Allah'a teslim olmaya açar, Allah'a ve Allah'ın
ödül vaadine güvenmeye yöneltir ve böylece huzura kavuşur,
sükûnet bulur. Dünyada küfründen ve isyanından dolayı kimi de
cennetinden ve saygınlık yurdundan saptırmak isterse, onun göğsünü
dar ve tıkanık yapar. Derken kişi iman noktasında kuşkuya düşer,
inanç ilkeleri sarsılır. Artık göğe doğru yükseliyormuş gibi tık nefes
olur. İşte Allah, inanmayanların üstüne böyle pislik çökertir." [c.1,
s.131, h: 27]

Ben derim ki: Bu hadiste, bizim yukarıda yaptığımız açıklamalara işaret
eden hoş nükteler vardır.

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Süleyman b. Halid'den, o da
İmam Cafer'den (s.a.a) şöyle rivayet eder: "Yüce Allah bir kulu için
hayır dilediği zaman onun kalbinin üzerine nurdan bir nokta kondurur,
kalp kulaklarını açar, bir meleği onu doğrultmakla görevlendirir.
Bir kuluna da kötülük dilediği zaman kalbinin üzerine siyah bir nokta
kondurur, kalp kulaklarını tıkar, ona saptırıcı bir şeytanı musallat
eder." Ardından İmam şu ayeti okudu: "Allah kimi hidayete erdirmek
isterse, onun göğsünü İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse, o-nun
göğsünü, göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar." [c.1, s.166, h: 2]
Ben derim ki: Bu hadisi Ayyâşî kendi tefsirinde mürsel olarak,1 Şeyh
Saduk da et-Tevhid'de2 müsnet olarak İmam Sadık'tan (a.s) rivayet
etmiştir.

Yine el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Halebî-den
İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Kalp daima
insanın içinde ıstırapla hareket edip durur, hakkı bulmak için
her türlü arayış içine girer; hakkı bulunca da sakinleşir, mutmain olur."
Ardından İmam şu ayeti okudu: ""Allah kimi hidayete erdirmek
isterse, onun göğsünü İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse, onun
------------------
1- [c.1, s.376, h: 94]
2- [s.242, h: 4]

550 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

göğsünü, göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar." [c.1, s.421, h: 5]

Ben derim ki: Bunu Ayyâşî de tefsirinde Ebu Cemile'den, Abdullah b.
Cafer'den, o da kardeşi İmam Musa Kâzım'dan (a.s) rivayet et-miştir.1

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu Basir'den, o da Hayseme'den şöyle rivayet
eder: İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediğini duydum: "Kalp, hakkı bulmadıkça
yerinde duramaz, aşağıdan boğaza doğru çıkıp iner. Hakkı
bulunca yerinde durur." Sonra İmam parmaklarını yumup şu ayeti
okudu: "Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm'a
açar; kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü... dar ve tıkanık yapar."

Tefsir'ul-Ayyâşî'de devamla şöyle der: "İmam Sadık (a.s) Musa b.
Eşyem'e şöyle sordu: 'Sen tıkanığın ('harec') ne anlama geldiğini biliyor
musun?' Musa, 'Hayır.' dedi. Bunun üzerine İmam (a.s) elini uzatıp
parmaklarını yumdu ve 'Kapalı bir şey gibidir ki, ne bir şey içine girer,
ne de bir şey dışına çıkar.' buyurdu." [c.1, s.377, h: 95]

Ben derim ki: Buna yakın bir hadis Tefsir'ul-Burhan'da Şeyh Saduk'tan
rivayet edilmiştir. [c.1, s.553, h: 5] el-Berkî de el-Mehasin adlı eserinde2
hadisin giriş kısmını Hayseme'den, o da İmam Bâkır'dan (a.s) rivayet
etmiştir. İmamın "harec" sözcüğünü açıklarken tasvir ettiği durum,
Ragıp'tan konuyla ilgili olarak yaptığımız alıntıyla uyuşmaktadır.

el-İhtisas adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Âdem b. Hür'-
den şöyle rivayet eder: "Benim de hazır bulunduğum bir mecliste
Musa b. Eşyem İmam Cafer Sadık'a (a.s) Allah'ın kitabında yer alan
bir ayetin anlamını sordu. İmam ona sorduğu ayetin anlamını açıkladı.
Çok geçmeden bir adam içeri girdi ve aynı ayeti sordu. İmam bu soruya
karşılık İbn-i Eşyem'e yaptığı açıklamadan farklı bir açıklama yaptı."
"Sonra İbn-i Eşyem şöyle demiştir: 'Bunu duyduğumda, Allah'ın kalbime
girmesini dilediği duygular kalbimi sardı. Sanki kalbim bıçaklarla
doğranıyordu. Kendi kendime dedim ki: Ebu Katade gibi, 'vav' veya
-----------------
1- [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.376, h: 93]
2- [el-Mehâsin, s.202, h: 47]

En'âm Sûresi / 122-127 ........................................................................................ 551

benzeri bir tek harfte bile yanılmayan bir adamı bıraktık, bu kadar
büyük bir hata yapan adama geldik.' Ben bütün bunları içimden geçirirken
bir başka adam geldi ve aynı ayetin açıklanmasını istedi. Bu
sefer İmam, hem bana yaptığı açıklamadan, hem de diğer adama
yaptığı açıklamadan tamamen farklı bir açıklama yaptı. Bunun üzerine
meseleyi kavradım ve İmamın bilinçli olarak böyle davrandığını
anladım. Bu sırada içimde bir şey yapmakla ilgili bir duygu geçti."
"Ardından İmam Sadık (a.s) bana doğru döndü ve şöyle dedi: 'Ey İbn-i
Eşyem, şunu şunu... yapma.' Böylece meseleyle ilgili olarak içimden
geçenleri açıklamış oldu. Sonra şöyle buyurdu: 'Ey İbn-i Eş-yem, Allah
Davud Peygamber'in oğlu Süleyman'ı, kendisine lütfettiği ihsanı
vermek veya tutmakta serbest bırakmış, bunun yetkisini ona vermiş
ve şöyle demiştir: 'Bu bizim ihsanımızdır. Artık sen de hesaba vurmaksızın
ver ya da tut.' (Sâd, 39) Aynı şekilde Peygamberimize (s.a.a),
bu arada bize de aynı yetkiyi vermiştir. Ey İbn-i Eşyem, Allah kimi hidayete
erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm'a açar; kimin de sapıklık
üzere kalmasını isterse, onun kalbini dar ve tıkanık yapar. Sen tıkanığın
('harec') ne demek olduğunu biliyor musun?' Ben, 'Hayır.' dedim.
Bunun üzerine İmam eliyle anlatmak için parmaklarını yumdu
ve 'İçine bir şey girmeyen, içinden bir şey de çıkmayan kapalı bir şey
demektir.' buyurdu." [s.30-31]

Ben derim ki: Yüce Allah'ın Peygamberi'ne (s.a.a) ve onun soyundan
gelen İmamlara (a.s) verdiği yetkinin açıklaması bağlamında birçok
hadis rivayet edilmiştir. Fakat bu hadisin içerdiği anlam; yüce Allah'ın
kitapla ilgili olarak İmamlara büyük bir bilgi bahşettiği, dolayısıyla
herhangi bir ayete ilişkin bilgilerinin bir veya iki yorumla sınırlandırılmayacağı
ve bu bilgilerden istediklerini sunup, istediklerini sunmama
yetkisinin kendilerine verildiği şeklindedir. Aynı sonucu, İmamın,
ayette işaret edildiği şekliyle Davud oğlu Süleyman Peygamber-
'e verilen yetkiyi kendilerine uyarlamasından da algılamak mümkündür.
İmam'ın, okuduğu ayetle de bu anlama işaret etmek istemiş
olması da muhtemeldir. Fakat daha güçlü ihtimal, İbn-i Eşyem'in yaşadığı
kalbî sıkıntı, ıstırap ve huzursuzluk münasebetiyle ayeti kalplerin
durumuna ilişkin bir açıklama getirmek için okumuş olmasıdır.

552 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Tefsir'ul-Kummî'de, bu ayetle ilgili olarak şöyle deniyor: "Tıpkı etrafı
başka ağaçlarla sarılmış, dolayısıyla yapraklarını sağına ve soluna
doğru yayamayan ve bu yüzden yukarı doğru yükselen, dolayısıyla
tıkanıklığı da devam eden bir ağaç gibi..." [c.1, s.216]

Ben derim ki: Bu benzetme de Ragıp İsfahanî'nin "harec" kavramıyla
ilgili açıklamasıyla örtüşmektedir.

Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Ebu Basir'den, o da İmam Cafer'den (a.s), "Allah,
inanmayanların üstüne işte böyle pislik çökertir." ifadesiyle ilgili olarak
şöyle rivayet edilir: "Ayette işaret edilen pislikten maksat, kuşkudur."
[c.1, s.377, h: 96]

Ben derim ki: Bu rivayet, genel bir anlatımın özel bir olguya uyarlanmasına
ve de genel anlatımın kimi nesnel karşılıklarının vurgulanmasına
ilişkin bir örnek mahiyetindedir.
En'âm Sûresi / 128-135 ........................................................................................ 553